content

yazarportal-com-bilgiagi-net-tasviriefkar-com

20 Ara

Hz. Muhammed’in Aktif Felsefesi

Giriş

Hayat insanlar arasında ki bir yarıştır. Yarışın temelinde ise var olma savaşımı yatar. Var olmak için yarışmak ve kapışmak gerekir. İlerlemek ve mükemmel olmak için egoların çarpışması ve rekabet ortamının oluşması gerekir. Güçlü olan kazanır ve hayatta kalır. Gerisi ise ayıklanır. Bu felsefe bize ormandan kalmıştır. Ormanda yarışmak ve mücadele etmek gerekir. Ormandan çıktığımızdan beri bilinçaltımıza bir nevi kodlanmış şekilde toplumsal hayata da taşınmıştır. Çünkü bizler Sümer de artık ticaret ve alış verişe başladık. Bununla beraber sınıflar oluştu. Ormandan kalan mirası ticaret yoluyla sürdürdük, köleliği icat ettik. Roma’da köleliğin en acımasız örneğini sergiledik. Kölelikten Feodal yapıya geçene kadar birçok aşama kat ettik ve en son olarak kapitalizm ile hayata tutunmaya başladık. Kapitalizm kendisini artık son aşamaya kadar sürdürdü ve son örneklerini gösterdi. Kapitalizm yeni-yeni olgunlaşıyor. Bizler bu aşamayı geçene kadar birçok aşamaya daha tabi tutulacağız. Kullandığımız bunca alet bizi hala geçmişimizden koparmadı/koparamazda.

Kapışmanın ve en üst örneği savaşın bilinçaltında yatan şey kaygıdır. İnsan, kaygılı bir varlıktır. Hayatta edindiği tecrübelerle hayatı acımasız ve zor şartlarını çok iyi bilir. Bu bilgi nesilden nesle aktarılır. Ve tonlarca kaygı insanların hafızasına kazılır. Bilgi kirliliği ve kaygının verdiği sorumluluk insanı hayata tutunmaya sevk eder. Bunun için çalış-didin yoksa aç kalırsın der. Hayat insana “senin senden başka dostun yoktur” öğretisini fısıldar. İnsanlar edindikleri kaygılar ve kazandıkları çehre egolarla birbirlerine karşı her an savaş halinde olurlar. Kaygının temellerinden biride korkudur. Korkunun sonucunda nasıl ki toplumsal kapışma üretiliyorsa aynı şekilde mitolojilerde üretilir. Onun için ilk olarak Sümerlerde rahipler mitoloji üretmeyi seçmişlerdir. Friedrich Nietzsche, İnsanoğlunun acısını/korkusunu şöyle tarif etmiş “İnsanoğlu hayatta o kadar acı çeker ki, canlılar arasında yalnız o, gülmeyi icat etmek zorunda kalmıştır”. İnsan yalnız bir varlıktır. Şu an yeryüzündeki bütün icatlar, düşünceler, bilgiler İnsanın kaygısı ve korkunsunun birer ürünüdür. İnsan kaygı duyduğu için, korktuğu için alet kullanmıştır. Yalnızlık korkunun temelidir diyebiliriz. Bilinen şeyden korkulmaz. Sırlı ve ne olacağı belli olmayan şeylerden korkulur. O yüzden biz karanlıktan hep korkmuşuz. Çünkü karanlık yalnızlık demektir. Karanlığın eni-boyu belli değildir. Karanlıkta yürüyen biri nereye gideceğini bile bilmez. Oysa aydınlıkta her şey açıktır, nettir. Dikkat etiyseniz İnsan, karanlıktan korktuğu için karanlığı hep lanetlemiştir. Kara hiçbir zaman insanın dost olmamıştır. O yüzden karanlıktan şeytanı yarattık. Bütün Düalist dinlerde Tanrı hep beyaz/aydınlık iken şeytan -veya kötü tanrı- karanlıktır. Tanrı hiçbir zaman karanlık değildir. Tanrı her zaman aydınlıktır. O bembeyazdır. Çünkü insan, yalnızlığını ifade etmek için şeytanı, ümidini de tanrı olarak tarif etmiştir.

Yalnızlık-Korku ve kaygının karışımda ön yargılar oluşuyor. Ön yargı insanları birbirlerinden uzaklaştırıyor. İnsan korktuğu için hep savaşır. Bu savaş bazen başkasıyla anlaşmaya bile götürür. İnsanlar birbirleriyle anlaştıkları zaman gruplar oluşur ve birlikte hareketlilik oluşur. Artık aynı kaygıları taşıyanlar değil aynı yöntemi benimseyenler örgütleşir. Kapitalizm’de, Sosyalizm’de aynı kaygıyı taşır. Her iki grupta insanın gelişmesi ve mutlu olması için savaşır. Fakat biri “yarışarak kazanalım” derken diğeri “paylaşarak kazanalım” der. Sosyalizm bir felakettir Kapitalizm açısından. Kapitalizm de felakettir Sosyalizm açısından. O halde bunların savaşması lazım. Bu sadece ideolojiler için değil aynı zamanda dinler içinde geçerlidir. Hıristiyanlık bir “mutlu insan” yaratmak ister ve bütün dinlerde aynı. Fakat yöntemler farklıdır. Zamanla yöntemlerin kendisi amaç halinde gelir ve haliyle her din diğeri için felaket olur. İşte bu dinlerin yarışında doğan ise savaştır.

İsa özelde Yahudi din adamları ve Roma imparatorluğuna baş kaldırmıştı. Oluşmuş sahte duygu ve psikolojileri yeniden canlandırmak ve insanlar arasındaki ezilen sınıfı kurtarmaktı amacı. Pavlus’un misyonerlik faaliyetleri ve havarilerin çabalarıyla İsa romanın ve İsrail’in her tarafında yayıldı. Onun mesajı her bölgeye ulaştırılmaya çalışıldı. Öyle ki bu yayılma süreci bütün dikkatleri üzerine çekti. Çünkü ayaklanan ve İsacı olan her imanlı ezilen sınıftandı. Kölelerin ayaklanması ve örgütlü hale gelmesi Romanın kölelik düzeni için müthiş bir tehlikeydi. O yüzden bu hareket bastırıldı. İşkence ve yıldırmalarla son nefese kadar takibe alındı. Basıldıkça yayıldı. İsacı hareket daha önce bir Yahudi mezhebi durumundayken Pavlus’un misyonuyla bütün halklara ulaştırıldı ve evrenselliğe büründü. Yahudilik, kokuşmuş Romanın düzenine karşı bir yenilik yapamazdı. Çünkü Irka dayalı bir hareket oluşundan tamamıyla Romanın değerleriyle çelişiyordu. İsa’nın misyonu Romayı adeta tabandan sarstı. Gerçekten hiçbir hareket İsa’nın hareketi gibi misyon/tebliğ faaliyetleriyle bu kadar sistemli bir şekilde yayılmamıştı. Üç yüzyıl boyunca Roma bu hareeti bastırmsına rağmen bir türlü yok olmuyordu. Mezarlıklarda, yer altlarında faaliyetlerini sürdürüyorlardı. İnananları bazılarını çarmıha bazılarını yakıyorlardı buna rağmen bu hareket M.S 312de Romanın resmi dini oluvermişti. Pavlus, Romalı askerler tarafından yakalandığı zaman “Ben Romalıyım” demişti. Bu onu ölümden kurtarmıştı. Pavlus namı diğer Saul birçok bilim insanına göre Hıristiyanlığın kurucusudur. İslam din adamları ise Pavlusu din tahrifçisi olarak görmüşler. Söylenenleri ve iddia edilenleri bir yana bırakırsak Saul Hıristiyan tarihi açısından çok önemlidir. Çünkü hem evrensellik hem de yayılmayı gerçekleştirendir. Birçok defa dayak yemiş buna rağmen yılmamıştır. Roma Hıristiyanlığı kabul etiğinde artık Kilise haliyle bir devlet olmayı başarmıştı. Romanın kölelik düzeni yıkılmıştı artık. Feodal yapı yavaş-yavaş diriliyordu. Kilise kendi içerisinde ve dışında tam bir devlet olmuştu. Romanın yasakçı ve baskıcı geleneği yok olmamıştı olduğu gibi papaları eline geçmişti. Batıya yayılan Hıristiyanlık Yemene, Habeşistan’a hatta Mekke’nin içlerine bile sızmıştı. Kilise aykırı düşünenleri aforoz ediyor, süngün ediyor ve öldürüyordu. Bu kurbanlardan biride Arius tu. İznik konsiline katılmış orada amentü ya aykırı akideler beyan etmişti. İsa Mesih ile Babayı birbirinden ayıracak nerdeyse İsa’yı kul düzeyine indirecek düşüncelerini orada söylemişti. Onun takip edilmesine yeterliydi.

Pers İmparatorluğunda Mani tarafından üçüncü yüzyıl da kurulan Maniheizm Mazdeizm ve Hıristiyanlık karışımı bir din kurarak hızla yayılmaya başladı. Mani birinci Şapur döneminde pers imparatorluğunda faaliyetlerini sürmüşse de 2.Bahram döneminde yakalanarak idam edilmiştir. Maniciler Maninin İsa gibi çarmıha gerilerek öldürüldüğünü söylemişseler de bu tartışılabilir. Tıpkı suya atılan bir taşın etrafında nasıl dalgalar oluşuyorsa Manicilikte çığ gibi etrafa yayılmıştır. Manilere o dönemde zındık diyorlardı. Roma İmparatorluğu nasıl ki Hıristiyanlığın yayılmasını engellemek için her tür baskıya başvurmuşlarsa aynı şekilde bu sefer Kilisenin emriyle Maniciliğin bastırılması için emir verilmişti. Ne zaman ki Zerdüşti din adamları Zerdüştilik dışında ki bütün dinleri yasakladıysalar işte o zamandan sonra Manicilikte gerilemeye başladı. Zerdüştilikte artık kokuşmuş yasakçı bir kılıfa bürünmüş eskimiş bir gelenek haline gelmişti. Her hareket ilk başlarda altın çağındadır. Ne zamanki devrimci ruhunu kayıp edip devlet anlayışına büründülerse işte o zaman bir engel olmaktan öteye ulaşmazlar.

Maninin dini o ana kadar gelen bütün dinlerin bir sentezi diyebiliriz. Felsefi ağırlıklı ve Düalizmin belirgin olduğu bir dindi. Zerdüştilik ise felsefi ruhunu kayıp etmişti. Zerdüşt’ün felsefe ağırlıklı ve aklı harekete geçiren düşüncesi artık bir dogma olmuştu. Aynı şekilde İsa’nın din adamlarını bastıran/protesto eden ve bu uğurda feda olan canı sadece bir kullanıcı araç olmuştu. Dünyaya yayılabilecek bu iki tip din dogmalaşmış ve bu dinlerin alternatifi Mani gibi özgür düşünceli bir din ise daha yayılma sürecine girer girmez bastırılmıştı. Yaklaşık beş yüzyıldır köklü bir değişim yaşanmamış toplumlar tümüyle kokuşmuş ve çökmeye yüz tutmuştular. Persler ve Romalılar ise yaşlanmış birer imparatorluktan öteye ulaşamamıştılar.

Mısır zamanıyla olabildiğince uygar ve medenileşmiş bir toplum olmuştu, en azından bu devri yaşamıştı. Sümer, Hitit, Akad, Pers, Roma, Asur, Med, Yunan vb. medeniyetler ise Mezopotamya ve batı ya doğru köklü etkiler bırakmıştılar. Savaş ve çekişme bölgeleri olmalarına rağmen bu bölgeler potansiyel birer medeniyetti. Sümer uygarlığı Dicle ve Fırat nehirlerinin kenarlarında kurulmuştu, Mısır ise Nil nehrinin kenarında bir medeniyet oluvermişti. Hindistan’da, Çin’de vb. bölgelerde ise şehirleşme-kentleşme olmuştu. Hatta yazı ve hesap sızmıştı aralarına. Arabistan ve çevresi ise henüz köklü bir medeniyet düzeyine ulamamıştı. Çünkü kurak bir bölgeydi. Göçebe ve kabile yaşantısı vardı. Kabileler halinde yaşayan Araplar çadırlarını bile yan yana kurarlardı ne zaman ki birkaç aile göçtüğünde hepsi göçerdi. Fakat Mekke bir ticaret merkezi olmuş fakat devlet olabilecek düzeye ulaşamamıştı. Çünkü paganizm ve Arap gelenekleri bu medeniyete henüz müsait değildi. Mekke’de yönetim tamamıyla kabile düzeyindeydi. Bir imparatorluğa bağlı değildi. Kabile şeyhi yönetirdi genellikle yaşlılardan seçilirdi. O yüzden büyük savaşların merkezi değildi. Daha çok kabileler arası kan davaları ve savaşlar oluyordu. Ticaret gelişmesine rağmen yollar güvenli değildi. Düzenli bir ordu olmadığı gibi, hukuk, tamamıyla gelenekseldi. Kan davaları ve kabile taassubu çok ağırdı. Bir Arap atasözü bu asabiyeti özetleyecek durumda: “Zalimde olsa, mazlumda olsa kardeşini destekle!”

*Doğumu ve Çocukluğu

Kökü “hamd-övgü” fiilinden türemiştir. Muhammed, kelime anlamıyla övülen demektir. Bu ismi ona dedesi Abdülmutalip vermiştir. Mekke’de sözü geçerli asil bir aileye mensuptu. Olaylara ilgi duyan ve Kâbe’nin anahtarını elinde bulunduran bir aileydi. Yetiştiği çevre tabiatıyla diğer ailelerden farkı bir kültür düzeyindeydi.

Muhammed Hamidullah gibi bir kısım araştırmacılara göre MS. 569’da, fakat genel kabullere göre MS. 570-571’de yılında Mekke’de dünyaya gelmiştir. Babası Abdullah Şam’a ticaret için gidip geri dönerken Medine’de hastalanıp vefat eder. O zamanlar altı aylık olduğu söyleniyor. Bazı kaynaklar ise iki aylık olduğunu söylerler (kuleyni-Usulü-i Kâfi, Yakubi)

İlk başlarda annesi sonra Ebu Leheb’in cariyesi Süveybe emzirmişti. İyi bir Arapça (fasih Arapça) öğrenmesi ve daha iyi hava şartlarında büyümesi için Medineli Beni Sa’d kabilesinden Halime’ye teslim edilir. Aynı zamanda Halime onun sütannesidir. Fasih bir Arapça konuşuyordu. Kendisi bile daha sonra bunu teyit edecek ve diyecek ki: “Benim Arapçam hepinizden düzgündür. Çünkü ben Kureyşliyim, hem sa’d b. Bekir oğulları kabilesinde yetiştirildim”.(İbni Hisam c-1 s-196)

Üç yaşlarında iken tekrar annesi Amine’ye teslim edilir. Bazı kaynaklar beş yaşında teslim edildiğini söylerler (Mesudi, Yakubi)

Altı yaşlarında iken akrabalarını ziyaret etmek için Medine’ye giderler. Dönüşte annesi vefat eder Ebva denilen bölgede defin edilir. Muhammed daha küçük yaşlarda iken yetim kalmıştı ki Kuran’da da bundan söz edilir (Duha, 6-8) Muhammed küçük yaşlarda iken dedesi sonra amcası Ebu Talibin yanında kalır.

*Seyahat

Tarihçiler üç muhtelif kaynakta 9-12-13 yaşlarında Muhammed’in ısrarı üzerine amcası Ebu Talip ile beraber Şam(Suriye) taraflarına ticarete gittiğini belirtirler. Şama doğru giderlerken Büsra’da bir manastırda konaklarlar. Bu manastırda Bahira adında bir Hıristiyan din bilgini yaşıyordu. Muhammed ile görüştüğü bazı kaynaklarda dar bazı kaynaklarda ise geniş yer verilmektedir.

*Hilfu’l-Fudul

Zübeyd oğullarından biri Mekke’ye mal getirmiş ve As bin Vail’e satmıştı. Fakat İbni Vail bunun parasına el koymuş resmen zulme maruz bırakmıştı. Bu şahıs müracaat ettiği her merci tarafından kabul edilmemişti. Çünkü kabilecilik ve taassup boy gösteriyordu.  En sonunda yüksek bir yere çıkarak şiirlerle derdini anlatmaya çalışmıştı. Zübeyr b. Abdulmutalib’in girişimiyle Abdullah b. Cud’in evinde bir toplantı düzenlenir. Bir nevi “insan hakları savunma topluluğu” kurularak şöyle denir; kim olursa olsun, ister Mekkeli ister yabancı kim zulme uğrarsa uğrasın onu koruyacağız. Birliğin ismi ise “Erdemliler Paktı” orijinal ismiyle “Hilfu’l-Fudul”… İlk işleri İbni Vail’in evine gidip gasp ettiği malları almaktı.

Muhammed henüz yirmi yaşındaydı. Genç olmasına rağmen topluma duyarlı ve erdemli bir insandı. O birliğe üye olan en genç kişiydi. Onun yaşıtları eğlenmenin peşindeyken o toplumun sorunlarıyla ilgileniyordu. Muhammed’in kırk yaşlarına kadar bu birliğe üye olduğu rivayet edilir. İslam hareketinden sonra bu birlikten şöyle söz eder:

“Abdullah bin Cud’anın evinde öyle bir altlaşmaya katıldım ki onun yerine bana kızıl develer verilseydi o kadar mutluluk duymazdım, şimdi İslam çağında da beni böyle bir antlaşmaya davet etseler hemen katılırım” (İbni Hişam, c-1 s-144)

Ficar Savaşı; Arap geleneklerine göre haram/yasak aylarda yapıldığı için kötü savaş olarak anılır. Muhammed bu savaşa katılmış fakat savaşmamıştır. Sadece atılan okları toplamıştır. Cahiliye Araplarda sürekli kabile savaşları olurdu. Zaten İslam döneminde önceki topluma “cehalet devri” denilmesinin sebebi bilgiden ve gözlemden uzak tamamıyla geleneklerle/sünnetlerle hayatlarını sürmelerinden dolayıydı. İşte cehalet/bilgisizlik ve taassup; Muhammed’in zihin dünyasında “İslam hareketinin karşıtı” olarak tarif edilirdi. İslam Hareketinin devirmek istediği topluma “Cehalet devri” demesi gerçekten dikkate değerdir. “Cahiliye devri” kavramı birçok yabancı araştırmasının gözünde kaçmamıştır. Çünkü “kötü toplum” “yanlış toplum” “zalim toplum” gibi kavramlarla bulunduğu toplumu tanımlayacağına ona “cahil/bilgisiz toplum” demek İslam Hareketinin çıkış noktasına ışık tutar. Bilgi seferberliği daha sonra Bedir Savaşında “on kişiye okuma-yazma öğretene özgürlük” maddesiyle pekiştirilmiştir.

*Evlilik

Huveylid kızı Hatice Mekke’nin şerefli ve zengin tüccarlarındandı. Ebu Talip maddi durumlarından dolayı, Muhammed’in ticarete çıkması düşünülüyordu. Hatice kölesi Meysere’yi ona göndererek ticaret kervanını Şam’a götürüp sorunluluğu üstlenmesi için teklif gönderir. Muhammed Şam yolcuğunda rahip Nosturla görüşür. Yine Meysere’nin dediğine göre Muhammed orada biriyle ticaret yaparken Mekke putları hakkında tartıştığı ve Muhammed’in onlar adına yemin etmek istemediği aktarılır. Yemen, Suriye vb. yerlere yaptığı seyahatlerle epey yer görmüş kendi toplumuyla karşılaştırabilmişti. Ayrıca rahipler, çevre, Medine’deki Yahudiler den anlamıştı ki toplum gerçekten donuklaşmıştır.

Ticaretin karlı ve sağlam geçmesi Hatice’nin sempatisine de neden olmuştu. Hatice’nin evlilik teklifi üzerine evlenirler. Hatice’nin otuz beş-kırk yaşlarında evlendiği aktarılsa da bu yaştan sonra altı çocuğun fizyolojik olarak mümkün olamayacağından bazı araştırmacılar daha erken olduğunu söylerler. Muhammed ise o dönemde yirmi beş yaşındaydı. Hatice’nin Muhammed üzerindeki emeği ve sadakati büyüktür. İslam tarihinde bu yolda en çok çabalanan ve malıyla canıyla fedakarlıkta bulunan bir Hatice daha yoktur.

—Hira Mağarası

Her peygamberde bir yalnızlığa bürünme vardır. Sorgulama ve irdeleme vardır. Musa’nın on emri alırken dağa çekilmesi, Zerdüşt’ün dağlara ovalara çekilmesi buna örnek gösterilebilir. Buda’nın da böyle bir dönemi vardır. Zaten Buda aydınlanmış demektir. Hatta Buda diye bir kişiliğin olmadığı bile tartışılıyor. Sessizliğe bürünme ve toplumda uzaklaşmak bir peygamber geleneğidir/sünnetidir. Fakat toplum dışından yaşamak ve ruhbanlık yapmak peygamber geleneği değildir. “ruhbanlığı biz icat etmedik, onlar uydurdu” (Hadid-27) der. Mekke toplumu zülüm ve baskı ile uğraşırken diğer tarafta kabile halinde yaşamaları Muhammed peygamberi epey düşündürmüştü. Ki mücadelesine baktığımızda temel felsefesi kabileyi aşmaktır. Görünür bir sorunu kaldırmaktır. Zaten tevhit; bir insanın tanrı yapılamamasıdır. Tanrının evrimine göz atığımızda tanrılaşan insanlar vardır fakat İbrahim’in ilk girişimiyle artık insandan tanrı olmaz denir. Ve ilk defa tevhit denilen –hala çözümlenmeyen sistem- o andan itibaren ortaya atılıyor.

Mekke’de kölecilik devam ediyordu. Faizle para verip sonra kat-kat fazlasıyla alan tefeciler vardı. Fakir fukaraya para verirlerdi sonra istediklerinde veremeyenlere her türlü oyun oynardılar. Borcunu ödeyemeyen kız çocuklarını fahişe olarak piyasaya sürerdiler. Bununla müthiş bir sermaye dönerdi. Mekke’ye gelen zengin tüccarlara bu kızlar sunulurdu. İşte bu yüzden araplar içerisinde kız çocuğu ayıp sayılırdı. Fakir birinin kız çocuğu olunca  –öl de kurtulayım- dercesine diri-diri gömerdiler. Kuran’ın üzerinde durduğu önemli bir sorundu bu. Hatta Muhammed Mekke’ye geri dönünce İslam’a giren kadınlardan şöyle bir söz alırdı “çocuklarınızı öldürmeyeceğinize söz verin” Muhammed’in manifestosunda birinci derecede cana ve mala tecavüzü kaldırmaktı. Gerçekleştirdiği her yeniliğin altında mutlaka kul hakkına dair bir şeyler vardı.

Kokuşmuş ve eskimiş bir toplumdan uzaklaşıp kafayı dinlemek ve psikolojik olarak ilk ilana hazır olmak gerekiyordu. Bir erkeğin olgunlaşma ve tecrübelerin doruğu diyebileceğimiz döneme geldiğinde sık-sık Hira Mağarasına çekilirdi. Muhammed’in ruh halini anlamak için Taberî’deki (Müddessir Suresi; 1-5. ayetlerin tefsiri) bilgileri okumak sanırım yeterlidir:
Zührî anlatıyor: Bir ara Resulullah (a.s.m)’a gelen vahiy kesintiye uğradı. Peygamber (a.s.m) bundan ötürü oldukça üzüldü. Öyle ki, dağların yüksek tepelerine çıkıp oradan atlamayı (ve intihar etmeyi bile) düşünüyordu. Atlamak üzere dağın zirvesine çıktığı her defasında Cebrail karşında peyda oluyor ve ona “Şüphesiz sen Allah’ın nebisisin” diyordu. Böylece gönlü sıkıntıdan kurtulup, huzura kavuşurdu.

Kırk yaşlarına doğrudur. Toplumu çözümlemiş ve teori tamamdır. Fakat bunalımlar yaşıyor. Çünkü o toplumda bir direniş göstermek o kadar kolay bir iş değil. Sokakta yürürken insanlar sana deli diyecekler, sana kafayı yemiş diyecekler, dinsiz diyecekler, karşına dikilip sen kimsin diyecekler, üzerine çullanacaklar, seni el âlemin gözünde küçük düşürmek için her türlü dümeni çevirecekler.  “senin göğsünü ferahlatmadık mı?” “seni sapkın bulup barındırmadık mı?” bu ayetler Muhammed’in Hira Mağarasındaki şaşkın ve çıkmaza girdiği dönemleri anlatıyordur.

Ateist, tanrıları inkâr eden demektir. O yüzden İsa’ya da Muhammed’e de ateist diyorlardı. Çünkü onların tanrılarını kabul etmiyorlardı. Fakat şu an biz ateistleri bütün tanrıları kabul etmez biliyoruz. Sokrates yargılandığında bilir misiniz neyle yargılanıyor? Sokrates gençlerin kafasını karıştırıyor diye. Muhammed neyle suçlanıyordu bilir misiniz? Bizim aramıza fitne soktu diye. İşte şu an bile binlerce bilge hapishanelerdedir. Bir sürü kişi öldürüldü. Kaç aydın katl edildi hepsi ama hepsi Muhammed, İsa, Sokrates’in ölüm nedeni gibi nedenlerden dolayı öldürüldüler. Hira Mağarası Muhammed’in bomba gibi Mekke sokaklarını kışkırtacak ve kısa bir sürece bu memlekete bir reset çekmeyi öğreten ilk mekândı. Hira Muhammed’in dert ortağıydı. Muhammed vicdanının sesini dinliyordu. Vicdandan yükselen sesi işitiyordu. O dönemde edebiyat Mekke’de merkez almıştı. Bazı panayırlar her ay bazıları ise senelik düzenlenirdi. Hanifler (tek tanrıcılar) de bu panayırlara katılıp düşüncelerini şiirlere yansıtırlardı. O yüzden onların edebiyat dili çok gelişmişti. Bir şeyi demek için dağı, taşı, ovayı konuştururlardı. Allah kavramı Sümerlerdeki “Al” İsrail deki “il” ve bunun gelişimi “el”ohim ve Mekke paganizminde ki Al-lat yine o dönemdeki birçok isme yansıyan hatta Muhammed peygamberin bizzat babasının ismine yansıyan Allah (Abdullah) kavramıydı. Allah kavramı psikolojik ve toplumsal bir kavramdı. Din dili çok yaygındı. Haram denildiği an o dönemde yasak anlaşılırdı. Zaten haremlik selamlık, haremi şerif bunların hepsi “harem” yasaklı-dokunulmaz demektir. Melek kavramı o dönemin kavramıydı. Bu kavramlar silinip yerine başka kavramların yerleşmesi güçtü. O yüzden bu kavramlar yeniden yorumlanıyordu. Örneğin melekler ne dişidir ne de erkek, onlar Allah’ın kızı falanda değildir vb. veya direk onlar rahmanın güçleridirler. İnsanı topraktan yarattım, Cini ateşten, şeytanı alevden, meleği nurdan, canlıyı sudan vb. burada kast edilen toprağın kendisi değildir. Ateş, su, hava, toprak bunlar tabiatın anasıdırlar. Olsa-olsa siz bunlardan olmuşsunuz der. İşte Muhammed topluma gelirken din kavramlarıyla indi. Çünkü başka bir şey kullanılamazdı. Atatürk toplumu ateşleyip birbirine bağlamak için “Ne Mutlu Türküm” derken o çağın ruhunu iyi çözdüğü içindi. Çünkü halk milliyetçi olduğu zaman ancak onun duygularını/kavramlarını konuşturabilirsin. Bu bir hile değildir. Tam tersine her kültürün ve çağın diliyle topluma hitap etmektir. O yüzden biz Muhammed’in kullandığı kavramları çağımızın diliyle anlamazsak Muhammed’i hiçbir zaman anlayamayız.

İsa insanların psikolojini/ruhunu harekete geçirerek bir şey yapmaya çalıştı. Muhammed ise Devrimci ve hararetli bir tartışma yaratarak çevreyi müthiş etkiledi. Zeki, çevik ve atılgan biriydi. Karşılaştığı sorunları yerinde ve çabuk çözme kabiliyetine sahipti.

Biz Muhammed’i kutsal değerlerle tanımaya çalışırsak onu buharlaştırmaktan öte bir değere tabi tutmayız. O yüzden bilimsel verilerle Tarih perspektifinden bakarak onu tanıyabiliriz. Anlayacağız ki Miraca çıkan Muhammed Devrimci Muhammed’i geçemez. Anlayacağız ki Tanrılaşan Muhammed hiçbir zaman Yenilikçi Muhammedi sallayamaz. Bir sürü tanrı vardır. Bir sürü kutsal vardır ama devrimci ve yenilikçi sayılıdır. Muhammed gibi çağları bilek gücüyle sarsan yenilikçi var mıdır? İsa, Musa bunlar putlaşmadan da yüce oldukları anlaşılır. Onları buharlaştırıp hayatın dışına iteceğimize zihnimizde yaşatıp onları iyi anlamak daha evladır. Kuş bile uçabilir uçmak marifet değildir. Ama Firavun’un sarayına gidip “sen yalancısın, halkı sömürüyorsun” demek zordur. Firavunun karşısında canını gözden çıkarıyorsun fakat uçarken sadece bedavadan makam elde ediyordun. Mitolojik ve Efsaneye dayalı Muhammed’i değil “Yaşayan Muhammedi” tanıyalım. Nice kabile tanrıları mucize gösterdiler, nice kabile şeyhleri tanrı ile görüşler bunlar sıradandır. O yüzden Muhammedi mitleştirip mitoloji kategorisine sürmek istiyorsanız buyurun! Onu bedeniyle göğe çıkarmayın onu şanıyla ve şerefiyle çıkarın. “Biz senin şanını yüceltmedik mi?” diyor. Onun şanı yücedir. Çünkü o çağlarında evrimini hızlandıran devrimcilerdendir.

Muhammed son derece ciddi ve samimi davranıyor. Öyle yoğunlaşıp dikkatini pür dikkat düşünüyor ki sanki bütün gerçekler gözlerinin önünde olup bitiyor. Ayetleri okurken terlemesi onun ne kadar yoğunlaşıp pür dikkat ciddi olduğunu gösterir. Bir gün Hira Mağarasındayken kalbi kitap gibi oluyor. “Allah’ın Kelâmını vasıtasız olarak duymaya vahiy denir. İster peygamberle olsun ister peygamberden başkasına...(Fahreddin Razi, el-Berahin fi Ulumu’l-Kitap, c.1, s.200) Cebrail üstün aklın tecellisi ve vahiy sezginin sızması ve insanın aydınlanmasıdır. Muhammed peygamberin birden etkilenip eve kaçması Hatice’ye sadece, "Beni örtünüz! Beni örtünüz!" (Buhari, 1/7) demesi gösteriyor ki artık güvenin doruğa ulaşmasıdır. Muhammed Allah’ın sesi dediği vicdanın sesini dinleyerek aydınlandığını fark eder. Hatta Hatice’ye “sanki kalbim kitap gibi olmuş” dediği rivayet edilir.

Cebrail anlatıldığı gibi altı yüz kanatlı mitsel bir varlık olmadığı İbni Hişam’da geçen bir rivayetle anlaşılır:

Resulullah dedi ki: "Cebrail, ben uykudayken yanıma geldi. Elinde atlas bir örtü içinde bir kitap vardı. Bana "oku" dedi. Ben de "okuyamam" cevabını verdim. Beni sıktı, o kadar sıktı ki, öleceğimi zannettim. Sonra beni bı­raktı ve yeniden "oku" dedi. Ben de "ne okuyayım?" dedim. Beni sıktı. O kadar sıktı ki öleceğimi zannettim. Sonra bıraktı, oku dedi. Ben de, "ne okuyayım? Dedim. Bana yaptığını tekrarlama­sı için böyle diyordum. Nihayet bana dedi ki: "Yaratan Rabbi-nin adıyla oku. O, insanı ilgi-alakadan-sevgiden yarattı. Oku, rabbin en büyük kerem sahibidir. O kalemle (yazmayı) öğretti, insana bilmediğini Öğretti." (Alak: 1-5) Ben de, bana söylediklerini okudum. Sonra yanım­dan ayrılıp gitti. Uykudan uyandım. Söyledikleri sanki kalbi­me yazılmış gibiydi"

*Gizli Yapılanma

Muhammed’in eşi Hatice MS: 556 yılında doğduğu tahmin edilir. Evlenirken kırk yaşlarında değil daha genç yani otuz veya otuz beş yaşlarında olduğu anlaşılıyor. Bütün çabasıyla Muhammed Nebinin arkasında duran en büyük dostlardandı. O yüzden Muhammed onu bütün eşlerinden ve insanlardan üstün tutardı. Muhammed Peygamber hareketinin ilk eri Hatice’dir. Hatice ilk teslim olup Müslüman olandır. O yüzden onun sadakati ve fedakârlığı artı İslam Hareketi içerisindeki rolü büyüktü. Muhammed Nebinin ona sevgisini Ali şöyle aktarıyor:

Resulullah (sav) buyurdular ki: " (önceki dönemin) en hayırlı kadını Meryem Bintu İmran'dır. (Dünyanın) en hayırlı kadını Hatice Bintu Huveylid'dir." (Buhari, Menakıbu'l-Ensar 20, Enbiya 45; Müslim, Fezailu's-Sahabe 69, 70)

Hıristiyanlık nasıl Meryem’i arka plana atıp Kutsal Ruhu ön plana çıkardı ve Meryem bir anne olmaktan öteye ulaşmadı, İslamlıkta Hatice’yi arka plana atıp bir eş olmaktan öteye taşımadı. Oysa Muhammedsiz Hatice, Haticesiz Muhammed düşünülemez. Hatice bütün ashabın en önemlisidir. Mekke İnsanının kadına bakış açısı düşüktü. Kadınlara zorla varis olma ve onların tamamıyla cinsellik olarak kullanmaları bu hareketin temel dinamitlerinden haberdardılar. Çünkü çekirdekte Kadında vardı. Öyle ki Müslümanlar kırk kişi odlularında bunların yarısı da kadındı. Aişe gibi devrimci ve tarihte bir lider sıfatıyla ünlenmesi bu hareketin meyvelerinden di. Her ne kadar Aişe Ali gibi birine karşı çıkışmışsa da (bu tarihi bir vakıadır) bizim için önemli olan iradesini kullanan biri olarak tanınmalı. Aişe tek başına hareket edebilen ve iradesini kullanabilen bir devrimciydi. Bu yönüyle İslam hareketinin kadına bakış açısı duygusal değil rasyoneldir. Muhammed her savaşa çıkışında mutlaka bir eşini yanına alırdı. Yani Kadın evde oturan değil siyasetle, meşveretle yakından ilgilenen bir türdü. Ömer bir gün hutbe verirken kadınlardan biri kalkıp ya Ömer yanlışsın demişti. İslam’ın ilk devrine baktığımızda kadınlar toplumda ve savaşta ilk listedeydiler. En az erkek kadar hareket halindeydiler. Arka planda erkeğe ilham veren değil bizzat ön saftaydılar. Modern toplumun kadına bakışı cinsel yöndendir. Dünya siyasetinde kadın bir el parmağını geçmez. En işlek toplumlarda bile kadınlar siyasette sadece figürdürler. Türkiye Cumhuriyeti kurulalı kadın cumhurbaşkanı olamamıştır. Başbakan olarak ise Tansu Çiler bir ara koalisyon hükümetinin başına geçmişti. Tabloya baktığımızda kadın moda, dansözlük, sarkıcılık ve duygusal hareketlerde yerini almaktadır. Kadın bu haliyle sadece arka planda yerini alabiliyor. Erkeği evde yönlendirebilir ancak. Erkek ise siyaset, felsefe ve bilim ile yakından ilgileniyor. İşte Mekke toplumunda kadın savaşlarda olsun toplumda olsun erkeği eğlendirir durumdaydı. İslam çekirdeğindeki Hatice ve İslam’ın ilk şehidi Sümmeye gösteriyor ki bizim kadına verdiğimiz değeri batı hiçbir zaman verememiştir. Biz kadını kişiliğiyle ve aklıyla ön plana çıkarırken batı onu dişiliğiyle ve gösterişiyle ön plana çıkarıyor. Batının kadına verdiği simgesel değer sanırım doğuda kadının eve kapatılışıyla değer kazandı. Kerbela faciası bizce Kadınında yok olma faciasıdır. Bu bir kırılma noktasıdır. Emevi din anlayışı İslam’ın bütün reformcu yenilikçi değerlerini orada asimile ederken kadınında simgesel öldürülüşünü sergiledi. Mekke toplumun soy kütüğü erkeğe göre değerlendiriliyordu. Muhammed Nebi bu ataerkil toplumu tepki ile karşıladı ve kadını ortak payda yapmaya çalıştı. Sevdiği insanlarla kadın yoluyla bağ kurmaya çalıştı. En sevdiği dostu Ebubekir’in kızıyla (Aişe) evlendi, Ömer’in kızıyla (Hafsa) evlendi. Yine kardeşim diye hitap ettiği Ali’ye göz nuru diye tabir ettiği Fatımayla evlendirdi. Yine kendi soyunu Hasan ve Hüseyin yoluyla devam edeceğini ima etti. Azatlı Kölesi Zeyt bin Harise ile Mekke’nin asil ailelerinden Kureyşli aynı zamanda akrabası Zeynep binti Cahşla evlendirdi. Daha önceleri köle ile asil birnin evlenmesi adetlere ve geleneklere aykırıydı. Yine kişinin evlatlığın eşiyle evlenmesi yüzkarasıydı. Evlatlık demek oğul demekti. Ona her türlü tassa ruf hakkı vardı. İşte bu iki evlilikle bu iki gelenek sonlandırıldı. Zeynep binti Cahş aynı zamanda İslam’ın çekirdeğinde yetişen ilk Müslümanlardandı.

Hatice ilk Müslüman’dır. Öldüğünde zenginlik ve şaşaalı hayatından sadece sadelik kalmıştı. İslam’ın çekirdeğinde filizlenen başka bir yenilik paylaşımı bireyselliğe indirgemekti. Üstten bir devrimle malları paylaştırmak değil adetlere ve geleneklere paylaşımı yansıtmak ve paylaşımcı bir toplumu devrimle yaratmaktı. Hatice bu açıdan İslam’ın çekirdeğinde yetişmiş ilk paylaşımcıdır. Bütün malını göz kırpmadan bütün riskleri göz önüne alarak üç yıllık ambargo döneminde paylaşmıştır. Hatice vefat ederken ölüm yıllına “Hüzün Yıllı” ismi verilmiştir.

İslam Hareketinin ikinci eri Ali’dir. Ali ilk erkek erdi. Hatice nasıl ki Kadın kanadının ilk eriydi, Ali ise erkek kanadının ilk eriydi. İslam Ali’yle başladığı gibi Sıffin’de Ali’yle bitti. İslam Hareketi Ali’nin genç dinamik ruhuyla dirildiği gibi onun devrimci ve başkaldırıcı nidasıyla Emevi din anlayışının kollarına bırakıldı. Ali bir kırılma noktasıdır. Kerbela Hüseyin’in ölümü değildir. Ali’de bütünleşmiş İslam’ın ve o ailenin çöllerde katıl edilmesiydi. Ali aynı zamanda bir çocuktu. Bir çocuğun 9-10 yaşlarında iken neler gösterebileceğini bizlere anlattı. Muhammed bir gün bir yemek vererek ilan etmişti İslam hareketini. Ebu Lehep “Ey Muhammed bizi bunun için mi çağırdın” diyerek ayrılmıştı. İşte burada Muhammed’i yalnız bırakmayan bir er vardı. Orada Muhammed Ali’nin elini kaldırarak bu benim kardeşimdir demişti. Bu benim vasimdir demişti. Muhammed’in yenilikçi devrimci ruhu birkaç kişide bütünleşmişti bunlardan biride Ali’ydi. Ali’nin en büyük özeliği çekirdekten yetişmiş biri olması. Daha çocuk iken onun yanı başında büyümüş Ebu Talib’in maddi durumu iyi olmadığı için Muhammed’in evinde büyümüştü. Aynı kaplarda yemek aynı saatlerde yatmıştılar. Aynı yuvada büyümüştüler. Hatice’ninde manevi oğluydu. Muhammed ona İslam’ı anlatırken düşündü ve “dur babama diyeyim” demişti. Evden çıkıp babasına giderken birden düşündü “Allah beni verirken Babama mı sordu” diyerek hemen Muhammed’in doğruluğuna şahit oldu. İşte bir Ali olabilen var mı? Babasına, abisine, şeyhine, cemaatine, devletine, ülkesine, çevresine aklını kiralamadan karar verebilen bir er? İslam bu erlerin omuzlarında yeşermişti.

Zeyt bin Harise İslam’ın üçüncü eriydi. Zeyt, Muhammed Nebi’nin özgürleştirilmiş kölesiydi. Özgür olmasına rağmen Muhammed ile kalmayı istemişti Muhammed’de onu oğul olarak kabul etmişti. İslam dininin üç sütunundan biriydi. Mekke toplumunun en belirgin üç sorunu vardı. Kadınlara cinsel gözle bakmak ve onları ezmek diri-diri toprağa gömmek bütün sosyal aktivitelerden mahrum bırakmak Muhammed Nebinin ilk sadık eri kadındı, ikincisi kabilecilik ve ırkçılıkla kan davaları yine başka bir gözle çocukları ve gençleri savaşmaktan öte işe yaramadığını söz hakkı sahibi olmadığını sadece büyükler konuşur mantığıyla gençleri toy görmek İslam’ın ikinci eri genç Ali’ydi…. Mekke toplumun üçüncü sorunu kölelikti. Köleyi hor görmek ve onları efendisinden düşünmek görmek bile ilginçti. Köle o dönemin sermayesini çark eden en büyük güçtü. İşte İslam’ın üçüncü eri köle Zeyt’ti. Öyle ki Muhammed hareketinde bulundurduğu üçüncü şahıs köleydi. Bu köle aç bir yandaş değildi. Hani bazı hareketlerde görülür biri aç ve açık diğeri tok bunlar açlıktan kurtulmak için savaşırlar. Böyle bir hareketin kendine hayrı yoktur. Çünkü hareketin içerisinde bulunacak olan önce hareketin bütün bireyleriyle aynı hukuka sahip olmalı. O yüzden Zeyt Muhammed tarafından özgürleştirilmiş sonra harekete katılmıştı. Yani harekette bir köle olarak değil bir özgür köle olarak katılmıştı. İlk köleliği kaldırma hareketin çekirdeğinde filizlenmişti. Muhammed’in ideolojisi seminerler ve panellerle değil, Muhammed’in hareketi manifestoyla açıklanmıyordu bizzat yaşanıyordu. Bu hareketi gören bir bilgi talep etmiyorlardı “Ey Muhammed Peygamber misin?” demiyorlardı. Said-i Kürdi’nin deyimiyle “Güneşi inkâr etmek ancak göz kapamakla olur” o zamanda Mucize’ye ne gerek vardı. Saatlerce oturup tartışmaya ne gerek vardı? İnsanlara köleleri azat edeceğiz demeye ne gerek vardı? Çünkü özgür köleler vardı. Bilal-i Habeşi bu çekirdekte filizlenen ilk kişilerdendi. Bilal felsefeyle veya böyle yapacağız gel bize katıl gibi bir durumla katılmamıştı harekete Ebu Bekir mallını ve parasını dökerek onu satın almıştı. Artık anlatmaya ne gerek var? Ey Bilal biz doğruyuz çünkü güzel düşüyoruz demeye ne gerek var? Bilal gördüğüyle karşı karşıyaydı. Efendisi kendisini kızıl kumlarda yakıcı kayaların altında işkence ederken siyah teninin üzerinde kızıl kanlar akarken “Ahad! Ahad!” demesinin nedeni mutlak bir doğruyu gördüğünü gösterir. Efendisi kendisini ikna etmeye çalışıyordu “Ey Bilal bak sen benim kölemsin seni parayla almışım sen nasıl farklı düşünürsün” diyordu. O bütün gücüyle Ahad! Diyordu.

Muhammed İnsanlara İslam’ı anlatırken “La ilahe İllallah” deyin Bizans devrilecek diyordu. Ne demekti bu? “Ey ahali Allah’ın otoritesinden başka otorite yoktur deyin” diyordu. İşte burada Anarşizm filizleniyordu. Bütün sınırları aşmayı ifade ediyordu. Bütün kanunları ve kuraları çiğnemekti bu. Allah’ın otoritesi nedir? Allah görülür, dokunur veya insan kılık biri değil ki. Gelip kural bırakacak veya sınır çizecek değil ki. Allah demek sonsuz demektir. Sonsuzluğu sınırsızlığı ifade eden bir kavram... Bütün kanunları aşan bir kavram... 134 - Onlar bir ümmetti, geldi geçti. Onlara kendi kazandıkları, size de kendi kazandığınız. Siz onların yaptıklarından sorguya çekilecek değilsiniz. (Bakara) Geçmiş kanunları, çizimleri, söylemleri geçin siz şimdiye bakım şu anda kendinizle olun. Binlerce yıldır kokuşmuş kanunları bırakın. Zeyt azatlı bir köleydi. Birçok savaşta komutanlık yapmış savaşta ölmüştür. İslam’ın sloganı da şehirler ölmez diyordu. İsa öldü denildiğinde, Yahudiler biz İsa’yı öldürdük dediklerinde İslam Hareketi onlara “Şehitler ölmez, onlar diridirler diyordu” İsa öldü dediklerinde o ölmedi “O göklerdedir (yükseklerdedir) onun ismini dağa taşa, göğe semaya nakış ettik” o gönüllerde ve bütün hareketlerde diridir. Her şey beden değil her şey yaşamak değil. İdris Yunan Uygarlığına Hermes ismiyle girmiş yine Mısır medeniyetinin ilham kaynaklarından Orisis ismiyle ünlenmiş bir peygamberdi. Orisis-İdris bizim literatürümüz de ki –ders yapan anlamına gelen- İdris’tir. Tevrat’ta Henok olarak geçer.  O astronomi, matematik birçok konuda bilgi birikimi bırakmış o yüzden onun içinde “Biz onu yüksek bir yere kaldırdık" (19, 56–57).” denir. Bilgi ve bilim adamları ölmez. İdeologlar, dava insanları ölmez olsa-olsa onları öldürenler ölür. Muhammed Nebi’nin hareketindeki ilk kişiler ona sıkı bağlıydılar. Yanı sıra Muhammed üzüldüğünde ona Hatice teselli verirdi. Mekke’nin işkence ve zorbalıklarına katlanmak güçtü o yüzden Muhammed Nebiyi çok üzdüklerin da Hatice ona sen başımızı belaya soktun yerine "Ya Resulallah! Hiç üzülme, gam çekme. Sonunda dinimiz kuvvet bulup, müşrikler helak olurlar. Kavmin sana itaat eder" Muhammed dostlarına ashap-arkadaş derdi. Arkadaşlarıyla o kadar samimi ve sıkı ilişkiliydi ki Kuran’da hitap edilirken “Arkadaşınız sapmadı”  İşte Hatice Muhammed’in Hareketinde Erkek tavlama ve gençlerin dikkatini harekete çevireceğine cinsel yönde değil bütünüyle kişiliğiyle ve görüşleriyle var olurdu. Bütün siyasi hareketlerde kadın cinsel yönüyle yardım etmeye çalışır. Modern hareketlerde kadın her zaman cinselliğiyle erkeleri celp etme görevini görür. Oysa hareket demek devrimin manifestosu demektir. Muhammed hareket neyse toplumumuz da odur felsefesiyle devlet olunca kadına hak veririz, köleye hak veririz yerine “yakınlarından başla” ayetiyle dalga-dalga çevresini değiştirdi.

*İşkence

İslam gizli bir yapılanmayla üç yıl boyunca devam etti. Ebubekir, Zübeyr, İbni Avf, Sa’d bin Ebi Vakkas vb. kişiler yapılanmamın içerisinde yer aldılar. Bu sayı otuzu buldu. Üç yıl boyunca gizli davet ve yapılanma yapıldı. Muhammed artık açık davete başladı. "Şimdi sen ne ile emrolunuyorsan apaçık bildir. Müşriklerden yüz çevir." (Hicr Suresi, 94) Önce akrabalarına bir yemek hazırlayarak davet etti orada kimse dinlemedi. Daha sonra Muhammed yüksekçe bir yere çıktı. Bu yüksek yer önemli bir şey olduğunca -örneğin savaş olduğunda burada duyurulurdu. Muhammed bütün Mekkelileri buradan çağırdı. Onlara dedi ki ben sizlere şu arkadan büyük bir ordu sizlere saldırmak için geliyor dersem inanır mısınız? Orada bulunan herkes elbette sen güvenilir (Muhammed-ül Emin) sin. Muhammed Nebi orada Peygamber olduğunu ilan etti. Fakat Ebu Lehep sert ve hafife alarak “Sen bunun için mi bizi buraya kadar getirdin” diyerek kırıcı sözlerle ona çıkıştı. Muhammed Nebi’ye karşı işkenceler ve yakınlarına karşı zorbalıklara girişildi. Bir defasın da Ebu Cehil, Muhammed Nebi secde ederken üzerine deve işkembesi atıyor boğulmak üzereyken kızı Fatıma yardımına koşuyor.  Bu hareketin vazgeçilmez engellerinden Ümmeye bin Halef kölesi Bilal-ı İslama girdiği için boynuna bir ip atarak Mekke’de sürüklüyor yapmadığı hakaret işkence kalmıyordu. Ammar bin Yasir annesi Sümmeye ve Babası Yasir çöllerde kızgın kumlara yatılıp işkence ediliyorlar. Ebu Cehil eline bir mızrak alarak önce annesini sonra babasını öldürüyor. Böylece İslam hareketinin ilk şehidi Sümmeye oluyor. Muhammed’in sadık dostlarından biri de Habbap’tı. Habbap bin Eret yanmakta olan kömürlerin üzerine yatırılarak işkence ediliyor. Ebu Fukayha ise ayağına bir ip bağlanılarak sürükleniyordu. İslama ilk giren dördüncü Sahabe Ebu Bekir malıyla büyük destekler sağlıyor. Bu hareket popüler veya felsefi bir akım değil sokaklarda işkenceyi göz önüne alarak bütün malını gözden çıkararak girilebilecek bir hareketti. Ebu Bekir İslam’a giren birçok köle ve cariyeyi parasıyla alarak işkencelerken kurtarıyordu. Ebu Lehep Muhammed Nebi’ye ailesiyle birlikte düşmanlık ediyordu. Geçeceği yollara dikenler atıyorlar, evinin önüne işkembe atıyorlar yapmadıkları kalmıyor. Bir defasında Ebu Leheb’in oğlu Uteybe Muhammed Nebinin yakasından tutarak gömleğini yırtmış ona saldırmıştı. Bütün bunları yapan öz amcası Ebu Lehepti. Dayanılmaz işkencelere Tebbet Suresi bir protesto niteliğindeydi. Şöyle Başlıyordu: “Kahrolsun Ebu Leheb'in iktidarı! Kahroldu da. Malı ve kazandıkları ona fayda vermedi” Günün birinde Sa’d bin Ebivakkas işkencelere artık dayanamıyor eline aldığı deve kemiğiyle birinin kafasını kırıyor. Abdullah ibni Mesut ise Kabe’ye gidip ayetleri yüksek sesle okuyor bunun üzerine Mekkeliler üzerine çullanarak ellerinden geldiğince dövüyorlar.

İşkence ve baskı döneminde İslam’a girenlerden biri de Musap bin Umeyr’di. Genç ve yakışıklı biriydi. Muhammed Nebi’ye en çok benzeyenlerdendi. O kadar benziyordu ki Uhut’ta öldürüldüğünde “Muhammed Öldürüldü” denilmişti. Zengin ve asaletli bir aileye sahipti. İslam’a girdiğinde annesi sinirlenerek “o köle ve ayak takımının nasıl yanına gidersin” diyerek eve kapatıp günlerce işkence çektirmişti. Her türlü oyuna rağmen Musap annesini dinlememişti. Mirastan, maldan mahrum bırakırım demişti. Musap bin Umeyr ise bütün baskılara rağmen İslam’a sadakatini ispatlamış sahabenin baş listesinde yerini almıştı.

Önü alınamayan bu harekete karşı Mekke yönetimi çare olarak Muhammed’in amcası Ebu Talib’e başvururlar. Ona Utbe bin Rebia temsilci olarak gönderilerek durmu şöyle bildiriler; Ey Ebu Talip yeğenin aramıza nifak tohumu sokarak bizim değerlerimizi tehlikeye düşürdü. Ona git söyle bunu niye yapıyor. Ona istediği şeyi verelim. Eğer bunu para ve mal için yapıyorsa verelim, eğer şöhret ve efendilik için yapıyorsa ona Mekke’nin başkanlığını verelim, ona en güzel kızlarımızı verelim yeter ki bu davasından vazgeçsin. Ebu Talip yeğeninin yanına gelerek talepleri illeti. Muhammed Nebi serinkanlılık ve kararlı bir şekilde “Yemin ederim eğer sağ elime güneşi, son elime ayı verseler bu davamdan vazgeçmem” cevabını vermişti.

Gün geçtikçe bu hareketin önü kesilemiyordu. Altıncı yılda bir gün Muhammed Nebi bir yerde oturmuştu. Ebu Cehil yanına giderek saldırarak küfür etmişti. Bütün hakaretlere rağmen Muhammed Nebi susmayı tercih etmişti. Muhammed’e edilen hakaretleri Hamza duyunca sinirlenerek Ebu Cehil’e gider onu yumruklar. Ebu Cehil Hamza’ya tepki vermez. Çünkü tepki verdikçe sayılar çoğalıyordu. Eğer Hamza İslam’a girseydi artık önü alınamayacaktı. Hamza’nın İslam’a girmesiyle tehlikenin büyüklüğü fark edilir. Ebu Cehil suikastta teşebbüs ederse de başarısız oluyor.

*Yürüyüş

Mekke yönetiminin baskıcı uygulamaları İslam’a girenleri artık çileden çıkarmıştı. Bunun üzerine Muhammed Nebi onlara Habeşistan’da adil bir padişahın olduğunu söyledi. Belli ki daha önce buraya ticaret için gelmiş ve kalmıştı. Osman’ın eşi olan Muhammed’in kızı dâhil Osman ile beraber gidebilen İslamlar Habeşistan’a hicret ettiler. Bunun üzerine Amir bin El-As ile birlikte birtakım hediyelerle Habeşistan’a gönderdiler. El-As ve yalaka grubu Habeş kralı Necaşi’nin karşısına geçerek ülkesine sığınan İslamları şikâyet ettiler. “Sizin ülkenize bir takım anarşistler sığınmış. Bunlar bizim dinimizi kabul etmedikleri gibi sizin dininizi (Hıristiyanlığı) da kabul etmiyorlar. Lütfen bunları geri gönderip bize teslim edin” Necaşi İslamları dinledikten sonra El-Ası geri gönderdi.

Habeşistan’a giden İslamlar bu ülkede ferahta yaşadılar. Mekkeliler bu Hicretin tehlikesini anlıyordular. Çünkü Mekke’yle sınırlı bir hareket değildi artık. Habeşistan’a uzanmış ve orada gelişen bir din olmuştu artık. Mekke yönetimi olağan bir şekilde toplanarak El-Asıl geri gönderilmesini değerlendirdiler. El-As’ın geri gönderilmesi ve Mekkelilerin taleplerinin Habeş kralı tarafından kabul edilmeyişi onları tedirgin etmişti. Muhammed’in başarması demek Mekke’nin bütün putlarının yok edilmesi demekti. Yanı sıra bu merkezde dönen sermayenin birkaç Mekkeli kodamanın elinden çıkması demekti. O yüzden hemen toplanıp İslam’ı engellemenin yollarını aradılar. Ebu Cehil sinsi bir fikir ortaya atarak Muhammed’i öldürelim dedi. Gerçekten Mekke’de öldürülseydi İslam Hıristiyanlık gibi devrimci olmayan tamamıyla manastıra dönüşen bir din olurdu. Muhammed bir devrimci değil tanrısallığa bürünürdü. Öldürmeyi bir kişi yüklenmeliydi. Orada bunu başaracak biri aranırken Ömer “onu ben öldürürüm” dedi. Ömer astığı astık, kestiği kestik sert ve delikanlı biriydi. Kılıcını alarak hızlı bir şekilde Muhammed’e doğru yürür. Yolda İbni Nuayma ile karşılaşır. Ömer ona “Muhammed nerde dedi” o da tedirgin-tedirgin ne yapacaksın dedi. Tanrılarımızı inkâr Muhammed’i öldüreceğim dedi. İbni Nuaym onu uzaklaştırmak ve durumu Muhammed’e bildirmenin yollarını düşündü fakat zaman kısıtlıydı. Mecburen ona sen Muhammed ile uğraşacağına damadın Sait ve Kızın Fatma’ya önce bir şey söyle. Ömer kardeşinin İslam’a girdiğini duyunca deliye dönmüştü. Muhammed’i öldürmeden önce kardeşinin yayına gitti. Kapıya gelirken Kuran sesini duydu. İçeri giderken hemen Kuran sayfalarını sakladılar. Buradan da anlıyoruz ki o zaman Kur’an yazılıyordu. O neydi dedi kardeşi hiç bir şey dedi. Ona saldırarak yoruluncaya kadar dövdü. Sonra onu bana da okuyun dedi. Kuran’ın Ta’ha Suresini dinledi. Birden yumuşadı. Kardeşi ve damadının İslam’a girişi psikolojik olarak onu etkilemişti. O yüzden Kuran’ın mükemmel hitabı onu baya etkiledi. Heyecandan yerinde duramıyordu. Muhammed’in yanına gelerek Müslüman olduğunu bildirdi. Orada bulunan arkadaş grubu “Allah-u Ekber” diyerek haykırdılar. Ömer onlara büyük bir moral vermişti. Kırk kişi kol kola girerek Kâbe’ye yürüdüler. Çocukların taşlı saldırısına uğramalarına rağmen Muhammed’i etten ören bir duvar oluşturdular. Oraya giderek açıkça ibadet ettiler. İşte bu gövde gösterisi onları çileden çıkardı. Mekke yönetimi çare üzerine çare düşünüyordu bir türlü engelleyemiyordular. Mekke kodamanları Muhammed’in ölüm haberini beklerken Ömer’in İslam’a girdiğini görünce şaşkına döndüler. Ömer’in İslam’a girmesiyle İslam orada bir güç konumuna geldi.

*Ambargo

İslam Hareketinin korkusu Mekke kodamanlarının içlerine inmişti. Mekke’nin Tefeci Bezirgân liderleri toplanarak bir bildiri yayınladılar. Ve Kâbe’ye astılar. İslam’a girenlerle hiçbir alış-veriş, evlilik(kız alıp verme) ve hiçbir şekilde temas edilmeyecek. Uygulama ağırdı. Sos-ekonomik ambargo İslamları derinden yardı. Mekke ile bağlantı kesilmişti. Ticaret hatta para ile bir şey alıp verme yasaktı. Resmen öldürmekti bu. Çocuklar susuzluktan-açlıktan ölüyordu. İslam Hareketinin en büyük darbe yiyişiydi bu. Zaten ülkelere uygulanan ambargo onları kendine uydurma ve köle edinme amaçlıdır. İşte burada da Muhammed’i yıldırma ve vazgeçirme politikası izleniyordu. Bütün hareketlere bu uygulanıyordu. Kerbela’da Ebu Süfyan’ın Müslüman kılıklı sulbü Hüseyin’in üzerine koskoca nehir kapatmadı mı? İşte Hüseyin Muhammed’in abdestli zalimlerine karşı çıkmış şekliydi. Daha önce Muhammed’i kabul etmeyen zalimler var iken şimdi Muhammedli zalimler vardır. Onlar Muhammedi değil onun ismini biliyorlar. Ambargo dönemin felaketini sahabi şöyle anlatıyor:

“Bu, topraklar arasında ayağıma takılan bir deri parçası bulduk. Yıkayıp günlerce suda kaynatarak açlığımızı gidermeye çalıştık”

Ambargo döneminde Muhammed’in biricik eşi Hatice vefat etmişti. Bir zamanların Mekke zengini, tüccar kadını ölürken evinde hiçbir şey kalmamıştı. Bütün serveti bu yolda harcanmıştı. Batının yaratığı kadın yerine kişisel sorunlarla ilgilenmeyen birey kadın vardı. Sosyal bir kadındı. Bütün her şeyi kayıp olmuştu. İşte Muhammed peygamberi psikolojik ve maddi olarak destekleyen en büyük er şimdi ölmüştü. Yine Muhammed Nebi’yi her defasında müdafaa eden onun Mekke’nin saldırılarına karşı koruyan Ebu Talip’te ölmüştü. Amcası ve eşi… Mekke toplumun da onu koruyan iki nefer… Bu iki dost öldüğünde İslamlar psikolojik olarak ta çöktüler. Mekke yönetimi eski den Ebu Talip’ten çekiniyordu şimdi bu çekingenlikte bitmişti. Ebu Talip öldükten üç gün sonra Hatice öldü. Hicretin en büyük nedeni bizce Ebu Talip ve Hatice’nin vefatıdır. Hatice ve Ebu Talip’in ardı sıra ölmeleri büyük bir üzüntüye neden oldu. Bu yıla “Hüzün Yıllı” denildi. Muhammed Nebi bu hüzün şöyle demekten kendini alamıyor: "Bu toplum üzerinde, şu günlerde toplanan iki musibetten, ben, hangisine en çok yanacağımı bilemiyorum!" Hatice’ye olan sevgisini bir defasın da şöyle ifade ediyordu "Bu toplum kadınlarının en hayırlısı Hatice'dir" (Müslim, Sahih, VII, 336).

*Taif

Ebu Talip ve Eşi Hatice’nin ölümü üzerine Mekke Yönetimi baskılarını artırdılar. Nübüvetin onuncu yılında Muhammed Nebi yanına Zeyt bin Harise’yi alarak Taif’e davet gitmek için yola koyulur. Yaklaşık bir ay aralarında kaldı. Taif’te akrabaları da vardı. Belki yardımcı olurlar biraz orada kalırım diye gitmişti. Ne yazar Mekke’de öz amcası Ebu Lehep’ten daha mı iyi davranacaktılar? Taif’liler Muhammed’i gençlerimizi kandıracak diye köleleri ve çocukları Muhammed Nebinin geçeceği bir yere döktüler.  Muhammed ve Zeyt oradan geçerken taşladılar. Düşe kalka takatten kesilen Muhammed Nebi’ye Zeyt kendi bedenini siper ediyordu. Muhammed Nebi’yi taşladıkları yetmiyormuş gibi alay ederek gülüp-eğleniyordular. Onlardan kaçarak bir bahçeye sığınmayı becerdiler. Muhammed Nebi orada şu sözleri söyleyecekti “Ey Rabbim onlar bilmiyorlar, eğer bilseydiler yapmazdılar”

Muhammed Nebi onlara küfür hakaret etmedi. Karikatürü için ashabını örgütleyip onun bunun evine saldırmadı. Çünkü onun amacı bedeni değildi. Onun amacı kişiler değildi. O bir reform peşindeydi. Kabileleri, ırkları aşan bir devrim... Kişisel menfaatleri aşan bir devrim yapacaktı. Seyahatleri sonuç vermeyince Zeyt ile birlikte Mekke’ye geri döner. Sığınacak bir yer yoktu. Nereye gitseler bir sorunla karşılaşıyordular. Mekke’nin faizci, tefeci zalim kodamanları keyif çatarken Muhammed ve arkadaşları işkenceden kıvranıyordular. Açlık ve susuzluktan ölen çocukları vicdanları sızlatıyordu. Buna rağmen Ebu Cehiller saltanatları devrilecek diye ambargoya devam ediyorlardı. Mekkeliler bile bu zulme tahammül edecek güçleri kalmamıştı. İslama girmemesine rağmen Hişam bin Amr Kâbe’nin yanında durarak: “Ey Mekkeliler, Yeter bu zülüm!” diyerek vicdanlarda gizli kalanı seslendiriyordu. Mut’im adındaki bir Mekkeli Kâbe’nin duvarında asılı olan Mekke ambargo bildirisini yırtarak bu ambargoya son verdi.

*Medine’nin İçine Sızma

Nübüvvetin on ikinci yılında Muhammed Mekke’nin dışına çıkıyor. Medine’den Mekke’ye Hac için gelen altı kişilik bir grupla karşılaşıp onlara İslam Kriterlerini ve Felsefesini anlatıyor. Uzun bir süre düşünüyorlar ve sorguluyorlar. İslam’ın cazipliği ve hareketliliğini görünce Müslüman oluyorlar. Medine’ye gidip orada İslam Propagandası yapıyorlar. Muhammed Nebi’yi anlatıyordular. Ertesi yıl Mekke’nin yakınında Akabe denilen yerde Muhammed ile görüşüyorlar. Reisleri Esad b. Zürare idi. Aralarında bir yıl önce Müslüman olmuş beş kişi de vardı. Bunlar, "Allah'a şirk koşmamak, hırsızlık yapmamak, zina etmemek, yalan ve iftiradan sakınmak, Peygambere karşı gelmemek" hususunda Peygambere Biat ettiler. Tarihçiler buna Birinci Akabe Biat-ı derler. İslam’ı anlatmak için bir öğretici talep ettiler Muhammed onlara Mu’sab bin Umeyri gönderdi. Ciddi bir propagandayla Medine’de İslam’ın girmediği ev kalmadı.

Nübüvvet’in on üçüncü yılında yetmiş kişilik bir heyetle Mekke’ye gelerek Muhammed Nebi’yi koruyacaklarına, İslam’ı malları ve canlarıyla yaşayacaklarına ellerini uzatarak biat etiler. İkinci Akabe biatı denilir bu olaya.

—Büyük Hicret

Medinelilerin sözleri üzerine Müslümanlar gruplar halinde Medine’ye göçtüler. Ali, Ebubekir, Muhammed ve birkaç Müslüman dışında Mekke’de kimse kalmamıştı. İslam’ın Medine’ye sızması ve güçlenmesi Mekkelileri gün geçtikçe tedirgin etiği yine korkutuyordu. Mekke Kodamanları “Daru’n-Nedve” de gizlice toplandılar. Çığ gibi yayılan bu hareket için köklü bir çözüm gerekiyordu. Ebu Cehil her zamanki gibi sinsice düşüncesini bildirdi. Onu öldürelim dedi. Her kabileden bir genç toplam on iki genç ayarlayıp silahlarıyla Muhammed’in evini gece yarısı kuşattılar. Ne var ki Muhammed çoktan bunu düşünmüş Ebubekir ile birlikte Medine’ye doğru yol almıştı. Yerinde ise Ali’yi bırakmıştı. Çünkü Mekkelilerin emanetleri vardı onun yanında. Birileri Muhammed malımızı götürdü demesinler diye Ali’yi, emanetleri vermesi için orada bırakmıştı. Muhammed’in çıkmasını bekleyen silahlı gençler bir süre bekledikten sonra içeri girerler. Yatakta Ali’yi gördüklerinde geç kaldıklarını anlarlar. Ali’nin canını hiç korkmadan ortaya atışı bir başka fedakârlık örneğidir. Muhammed Nebi’nin başına yüz deve konularak Mekke sokaklarında ilan edilir. Peşine verirler fakat Sevr mağarasına gizlenirler. Tehlike uzaklaşırken onlar önce Küba’ya sonra Medine’ye varırlar. Medine halkı Muhammed’in şehre girişini büyük bir coşkuyla marşlar ve çalgılar eşliğinde kutlarlar. Böylece ona olan sevgileri hiç tükenmeden devam eder.

Eklenecek…

Etiketler :

Bu Yazıyı Yazdır Bu Yazıyı Yazdır

3 Kere Cevaplanmış to “Hz. Muhammed’in Aktif Felsefesi”

  1. 1
    Zahir Bozabay Says:

    Sana göre Hazreti Muhammed sav. sıradan biridir. Vahiy mahiyde hepsi yalan yanlıştır. Kısacası ben dinsizim desene. Niye Hz. Muhammed sav. gibi son peygamberi alemlere rahmet olarak indirilen o nuru sıradan gibi biri lanse ediyorsun. Allah hidayewt versin

  2. 2
    Cahit KARAÇ Says:

    Dostum, çok hassas bir konuda yazı yazmışsın. Üstelik bu yazıyı bu şekliyle burada yayınlamamalıydın. Nedeni bu bir köşe yazısı değil, adeta bir kitabın özetini aktarıp tanıtımını yapmışsın. Bütün kaynaklar bilinmiş olsa da sen biraz kendi düşünceni de katarak bazı yerlerde sanki peygamberleri derin bir felsefeci gibi tanıtıp biraz hafife almışsın gibi bir ifade şeklin var. Şayet bunun üzerinde biraz daha hasasiyetle durup yazıyı da bir köşe yazısına uygun şekle sokup yayınlamış olsaydın daha kolay anlaşılır olurdu. Ama araştırman ve emeğin çok. Bazı tesbitler yerinde olmuş olsa da her zaman hey doğru bildiğin şey her yerde yayınlanmaz. Aklın ve bilgi aktarımının bazan zamana ihtiyacı vardır. Her akıl sahibi bu bilgileri kabul etmeye bilir ve tepki gösterebilir. Buda doğaldır. Buna da katlanacaksın.

    Dostum, bu tür yazılar yazarken, dinin ve peygamberlerin yüceliğine saygı gösterip toplumların hasssasiyetine uygun düşecek tarzda yazılarını kaleme alman dileğiyle başarılar dilerim.

  3. 3
    Zahir Bozabay Says:

    suç yazanda değil YAZDIRANDADIR



2007-2012 Bilgi Agi / Turkiye nin Interaktif Kose Yazari Gazetesi

Designed By Online Groups
ÇÖZÜM ORTAKLARIMIZ

bizajans, kent akademisi, sunubank