content

06 Ağu

Burası Türkiye

Litawartruhr Oberhausen
Kütüphanesinin düzenlediği,
UFUKTAKİ UZAY ARACI BİZE NE GETİRİYOR
(Dors/Düşman, gelecek aydınlık mı karanlık mı?)

Konulu yarışmaya gönderilmek için hazırlanan öyküdür.
Ancak 16 öykü arasından sondan ikinci olmuştur.
Bu sonuç, yarışma İstanbul’da olsaydı, normal sayılabilirdi.
Ama Mersin gibi küçük ve öykücünün bulunmadığı bir şehirde,
Trajikomik bir hezimettir. Ama bence bu hezimet sadece bu öykünün değil,
TOPLUMSAL GERÇEKÇİLİĞİN hezimetidir. Toplum için,vahim bir durum…
.
BURASI TÜRKİYE

“Hele kalk hele!” diye dürttü kocasını Nezaket. Bacağına sarılı örtüyü yan
tarafa atıp, sallana sallana doğruldu,
“Geç mi kaldım”
“Bugün Pazar herif, ne geçi? Kalk hele kalk”
“Yav bir Pazar günü bile rahat yok.” dedi Tahsin usta ayağını terliğe
geçirirken.
“Ne var?”
“Ne bilem ben? Kaza mı neyin olmuş?!”
“Ne kazası lan!”diye bağırarak ayağa fırlamasıyla, telefona sarılması bir oldu
ustanın. Yakını doğru dürüst göremeyen gözleri, uykudan uyandığında daha
bir bulanık görürdü ya, harfleri bir türlü seçemediğinden “Selim’i bul” diyerek
karısına uzattı.
Nezaket,
“Amaaan sen de götünü bile bana yıkatacaan” diye söylenerek telefonun
tuşlarına bastı ve “Al” diye soktu kocasının burnuna.
Şimdi Tahsin Usta,
“Hımm, hıng, hadi ya” biçimindeki nidaları çıkararak, dikkatle dinliyordu.
Telefonu kapadığında Nezaket’in,
“Nolmuş, noolmuş?” diye durmadan yinelemesini duymazdan gelerek, pija-
masını çıkardı.
“Benim hastaneye gitmem gerek” dedi, pantolonunu giyerken.
“Noolmuş nolmuş?”
“Kaza.”
“O kadarını biliyoz. Nolmuuş?”
Usta,
“Bilmiyorum” diyerek, başını salladı ve sokak kapısını açtı.
Nezaket,
“Sen de bana hiçbir şey söylemiyon” dedi.
Usta,
“Kartal Devlet Hastanesi” diye mırıldandı.
Nezaket,
“Ula yüzünü yıkamadın” diye bağırdı arkasından.
X X X

Hastaneye girdiği anda, önüne atmaca gibi atıldı Selim Usta.
“Ederim ben bu işe? Bak mühendisin haberi olmayacak bu işten ha!”
“Ya bi dur be! Ya bi dur be… Nerede?”
“Acilde.”
“Ağır mı?”
“Yok bee! Parmağı ezilmiş biraz. Biraz da… Yani işe gelemezse…”
“Yav anlamıyom, bugün iş yoktu ki”
“Güncer Sanayideymiş”
“Ne işi varmış orada?”
“Ha ben de sana soruyom! Ne işi var senin çırağın başka tersanede? Bak
mühendis duymasın. Ömer de. Kahretmesin! Zılgıt bana, zılgıt bana? Sen ne
yapıyon? Eşek başı mısın?”
“Bak usta ayıp oluyor ama!”
“Ayıp mı? Ulan yakında topumuzu işten atacaklar. Bütün gözler üzerimizde.
Basın ayrı bir karabasan.” dedikten sonra durdu Selim Usta, gözlerini Tahsin
Ustanın gözlerine sabitleyip, sert bir biçimde,“Bak!” dedi, “Evde çivi çakar-
ken eline çekiç vurdu. Tamam mı, anladın mı?”

Acil kapısının önündeydiler. Dövüş horozları gibi suratları birbirine kenetli.
Yumruğunu sıktı Tahsin usta. Kuvvetli bir kroşe çekmekti niyeti. Ama sıkılı
yumruk hareket ettiği anda, boşa harcanmış paraya dönmeyecek miydi?
“Reşit’e atmalı bu yumruğu” diye düşünerek kapıdan içeri girdi.

Reşit, pencere yanındaki bir sandalyeye eğreti oturmuş, sargılı sol eline
bakıyordu. Başını kaldırdı, yerinden sıçradı.
“Ustamm! Affet ustam!” diyerek eline sarılınca,
“Kes lan kes” diyip çekti elini Tahsin usta.
“Ulan ne işin vardı senin başka tersanede?”
Reşit, yaralı eli göbeğinde, diğer eli, onu saklarcasına üzerinde, el pençe
divan vaziyetinde susuyordu, başı öne eğik. Tahsin Usta,
“Söylesene lan it!”diye bir şaplak attı ensesine.
Hemşirenin oturduğu köşeden bir ses geldi.
“Hiişşşşt”
Selim Usta,
“Şimdi, burası yeri değil ha! Hele çıkarak hastayı” dedi ya, işlemler bitip,
dışarı çıktıklarında konuşmaya başladı dırdır.
“Şu işe bak ha! Pazar Pazar… Açlıktan geberiyom. Çay içmemişim başım
tutmuş. Bak usta! Yarın ilk iş benle konuşacan ha! Şimdi… ben diyom… bu
yarın gelmesin. Neyse! Yarın konuşacaz! Hep ne diyom? Osursanız benim
haberim olur demiyom mu ben?”

Tahsin Usta yumruğunu sıkmıştı ki, arkasını dönüp, üzerinde Kadıköy yazan
dolmuşa doğru yürüdü Selim Usta. Ne bir geçmiş olsun, ne bir eyvallah!
“He.. de şimdi!” diyerek Reşit’e döndü usta, “Ne işin vardı senin başka
tersanede?”
“Şimdi…” dedi sustu Reşit.
“…….”
“Şimdi… biliyon, ben Tuzla’da kalıyom.”
“…….”
“Evde beş kişiyiz. Bildiğin bekar evi. Senin yanına beni Kadir usta soktuydu
ya!”
“…….”
“İşte onun akrabası Rıza. Benimle bekar evinde kalıyor. Benim de
memleketlim yani”
“Eee uzatma!!”
“İşte Rıza raspacı ya! Dedi gel sana raspayı öğretem. Yevmiyesi..”
Sözünü tamamlayamadı.
“Ulan it!” diye indi Tahsin Usta’nın tokadı suratına. “Ben sana ne dedim?
Ha! Ne dedim sana?”
Sustu. Zira Reşit, başı öne eğik, sanki bir daha gelecek tokatları bekliyor-
muşçasına, öyle edepli duruyordu ki önünde, “Doğulu terbiyesi almış, hiç
bozulmamış” diye düşündü. Sesini yumuşattı.
“Biraz çalış. Hele bir yıllan.. sana kaynağı da öğreteceem, tesisat
döşemeyi de, sac bükmeyi, neyi öğrenmek istersen. Ulan raspayla ciğerlerin
kum, toz dolacak da, kırkına gelmeden geberip gidecen mi lan?!”
Daha da konuşacaktı ama Reşit,
“Borcum var usta” dedi başını daha eğerek.
Tahsin usta, ağzını büzerek yumdu. Gençliği geldi aklına. Tersanelerde geçen
on sekiz yılı… Ayrı iş kollarında çalışması… Hatta ayrı ayrı iş kollarında aynı
gemide çalışması… Gündüz güvertesinde boya yaptığı geminin,akşam amba-
rında tesisat döşediği günler… Öğrendikçe artmıştı parası birim birim.
“Milim milim de battım” diye mırıldandı.
“Af buyur??”
“İnsan ne kadar çok öğrenirse öğrensin borçtan kurtulamıyor be oğlum”
dedi bezgin. Sonra dostça vurdu Reşit’in sırtına. “Bak öğren.. bi şey demiyom..
ama ters bi zaman… Yorulunca dikkati dağılır insanın, gelsin kaza! Bak millet
birbirini yiyor. Ama sonunda fatura bize çıkar. Bak bu hep böyledir ha! Neyse…
bak! Yarın işe gelmiyorsun. (Başıyla Reşit’in sakat elini göstererek) Amaa o
el, bir sonraki gün işlemezse boyayı moyayı unut. Beni de. Git raspa mıdır
nedir, ne karın ağrısı?! Onla uğraş. Tamam mı lan!?”
X X X
Sıcak bir çorba. Kapıdan adımını attığı anda aklına gelen buydu işte. Pendik
sırtlarındaki bu gecekondunun bahçe kapısını açıp, eve doğru yürüdüğünde
ya bir yorgunluk kahvesi, ya da demli bir çay düşerdi aklına oysa. Eşiklikte
durup, demir parmaklıkla örülmüş, buzlu cam kapının kilidine anahtarı soktuğu
anda, “Mercimek çorbası ımmm” diye mırıldandı. “Mercimek çorbası olsa.”
“Nezakeeet” diye bağırdı her zamanki gibi.
“Bu kimliği belirsiz…”
“Televizyon seyrediyor” diye düşünerek, oturma odasına yöneldi. Nezaket,
her zamanki yerinde, sedirin, pencerenin bulunduğu duvara dayanmış
köşesinde oturuyordu. Tahsin Usta içeri girer girmez,
“Bak hele, bak hele, bak!”diye ellerini dizine vurdu.
“Aman heriiff dünyanın sonu geldi kına.”
“Nooluyor yav?!”
“Amerikanya ufukununda mı neyin bi cisim belirmiş.”
“Ne cismi?”
“Ne bilem?”
Televizyondaki sarışın spiker kız, yabancı dilde bir şeyler söylüyor, hemen
arasından Türkçe açıklaması geliyordu.
“Yetkili kaynaklar Kaliforniya açıklarında, ufukta beliren…”
Daha fazla dinlemedi.
“Ya bize ne cisimden?” dedi. “Çorba var mı?”
“Nee?”
“Çorba diyom çorbaaa” diye bağırdı Tahsin Usta.
“Çorba mı? Ne çorbası? Sandım ki geç gelecen. Daha yemek gomadıydım
üstüne.”
“Sandıymışşş!!!! Sen hep sanırsın zaten. Ulan saat üç! Ulan bu saatte bir
evde yemek olmaz mı be!”
Nezaket, ayağa kalkıp, ellerini beline koyarak gardını aldı.
“Eeee” dedi yüzünü ekşiterek. “Tilifon ideydin. Müneccim miyim ben? Ne
çorbası istiyon onu da bileydim bari. Ahan şimdik goyarım üstüne.”
“Noolduuu! Kazayı mazayı unuttun bakıyom”
“Essah la noolmuş.”
“Ananınki olmuş! İstemez la çorba morba.”diyip, dış kapıya doğru yürüdü.
“Bok ye!” diye bağırdı Nezaket. “Elin cismi götümüze girmiş…”
“Cismini de seni deee” dedi kapıyı açarken Tahsin usta.
Adımını dışarı attığı anda, arkasından gelen söz, yumruk gibi suratında patladı.
“Hakkını da versen gam yemiyeceem!”
Sözün yarattığı öfke, kapıyı her zamankinden daha sert çarpmasına neden
oldu. Neyse ki esen soğuk rüzgar, öfkesini, havaya havaya savurdu her
nefeste. Kebapçıya girip, Ezogelin çorba içti. Kebapçıyla kahvenin arası,
otuz adım ya var ya yoktu. Bir zamanlar tersanelerde ter dökmüş, sağ elinin
iki parmağını ambar kapağına sıkıştırarak kaybetmiş, emekli olduktan sonra bu
kahveyi açmış Salih Usta.
İçeriye girince, her zamanki oyun arkadaşlarının bulunduğu masaya doğru
yürüdü. Ramazan Ustanın yanındaki boş sandalyeye oturur oturmaz, bütün
başların televizyona çevrili olduğunu fark etti. Ocağın karşısındaki köşede,
yerden bir buçuk metre yükseğe yerleştirilmiş televizyona baktı o da.
Ekranda, puslu bir gökyüzünden başka bir şey göremedi.
“Neye bakıyonuz yav?” diye sordu.
“Uzay gemisine” dedi Fahri.
Daha dikkatli baktı,
“Hani nerde la?”
“Bak… Bak abi… Ekranın sol üst köşesine doğru bak. Bak, bak… ekranın
ortasına kayıyor. Beyaz bir silindir gibi gördün mü bak?”
“Hee gördüm… Gördüm de.. la bu, buluta benziyor”
Ramazan Usta,
“Haah! Bendee öylee diyoom” dedi yayvan yayvan. “Ulaan eliin göğündeki
ne idüğüü belirsiiz bulut içiin şu kopan gürültüyee bak”
Fahri,
“Aman be abi! O elin göğü değil ki. Bak.. olduğu yerde duruyor. E dünya
döndüğüne göre… Bizim göğümüze de gelecek. Yani! Bu bütün dünyanın
cismi. Sadece Amerikanın değil ki!”
“Ula!” dedi Ahmet Usta, “Bu cisim, bunca saattir, bizim göğe niye
gelmedi la?!”
Ramazan Usta,
“Amaaan… ben diyom bu Amerikanın bir fırıldağıdıır diye.”
Fahri,
“Sen ne diyon be usta? Bütün dünya ayağa kalkmış. Amerikan donanması
denize açılmış… Sen ne diyon?”
“Niye bizim göğee gelmedi pekii?”
Kahveci Salih,
“Gidiyi, gidiyi.” diyerek araya girdi. “O da dünyayla barabar dönüyü”
Kısa bir sessizlik oldu. Salih’in ne dediğini anlamaya çalıştı herkes. Yok.
Neyse ki spiker kızın heyecanlı sesi, kafalardaki soru işaretini başka zamana
erteledi..
“Yabancı cismin yakınına gitmeye çalışan Fantomlardan biri, motorunda
çıkan arıza nedeniyle geri dönmek zorunda kaldı.”
Tavla pullarının ve okey taşlarının şakırtısı kesildi. Sessizliği Ramazan Usta
bozdu.
“Amaaan! Şurada biraz bezik oynayalıım dediik. Burnumuzdan geldii yavvv!
Ben kalkıyom”
“Biz de gidek, yarın erken kalkacaz” dedi Ahmet Usta.
Tahsin Usta,
“Şu sıra boştasın değil mi” diye sordu Fahri’ye “Sorma usta!”
“Yarın bana yardıma gelir misin?”
“Sorulur mu be usta?!”
X X X
“Bak! O oğlanı sevmedim biliyon. Avarenin teki! Başına ciddi bir iş açarsa,
hesabını sana sorarım.”
“Sen kimi seviyon ki zaten” dedi içinden, arkasını dönüp yürüyen Selim
Ustanın sırtına bakarken. Her geçen yıl, ustabaşılar, daha genç ve daha
hırslı oluyordu sanki.
“Tuhaf” diye düşündü. Boyanması gereken tanklara baktı. Gereklilik ve bir
başınalık… “Bezdiriyor insanı” diye mırıldandı. Morali dibe vuruyordu ki,
Fahri; çıkageldi, söz verdiği saatten biraz geç olsa da.
O akşam eve geldiğinde, karısı, büyük oğlu ve gelini, iki torunu, küçük oğlu
ve yeni gelinini topyekun televizyona kilitlenmiş buldu. Küçük gelini,
kendisini karşılamış, terliklerini önüne koymuştu gerçi ama kayınpederinin
varlığının farkında mıydı? Televizyon; varlık olarak bütün evi doldurmuş,
ev halkını kucaklamış. Dolayısıyla ustanın,
“Yemek var mı?” sorusu havada asılı kaldı.
Bir felaket haberi,
“Saat on üç otuzda, kimliği belirsiz cisme yaklaşan ef on altılardan birinin
düşmesi sonucu iki Amerikan askerinin şehit olması üzerine ordu, teyakkuza
geçmiş olup…”
“Teyakkuz ne kine la?” diye dürttü büyük oğlunu Nezaket.
“Yani tüm ordu ayağa kalktı diyor ana.”
Nezaket, yüzünü ekşitip, işaret parmağının ucunu göstererek,
“Amaaan şuncacık bi cisimle baş edemiyollar. Bunlar da erkek olacak!”
Küçük oğlan,
“Ana etrafında savunma kalkanı varmış, hiçbir uçak yanaşamıyormuş.”
dedi.
“Amaaan atsınlar bombayı, patlatıp gosunlar. Kör olasıca! Oraya çakılıp
kaldı kazık gibin.”
“Şimdi olmaz ki ana… belki barışçıl amaçlarla gelmişlerdir”
diyerek araya girdi büyük gelin.
“Aha da uçağı düşürdü mü? Düşürdü. Ne barışıymış?”
“Öyle deme ana, valla bombaları tepemize yağdırırlar.”
“Aman o karınca kadar cisimde ne bombası olacak kına?”
“Ya ana buradan küçük gözüküyor, o, bayağı büyüktür”
Tahsin Usta karnının gurultusuyla açlığını hatırladı, sonra Reşit’in yaralı
parmağını, ayın yirmi birine bakımı bitmesi gereken gemiyi, Fahri’nin tutan
astım krizini, boyası bir türlü bitmeyen yakıt tanklarını…
“Yemek var mı lan?” diye bağırdı.
Bilinmez, kaç mil uzaklıktaki, ef on altının yanında bulunan aile bireyleri,
ışık hızında odaya dönüp, ayağa sıçradılar. Ve hepsi ustaya, bir uzaylıya
bakıyormuş gibi baktılar.

İlk Nezaket geldi kendine. Oğullarını arkasına alıp, yüzünün ekşiliğini
alabildiğine abartarak,
“Amaaan ne bağırıyon deli danalar gibi! Şimdi hazırlar çocuklar” dedi.
Sonra “Deli mi ne?” diye söylenerek mutfağa doğru yürüdü.
Usta, öfkesine hakim olabilmek için koltuğa oturup, dilini ısırdı. Tabaklara
konan kuru fasulyenin kokusu burnunun ucuna dokununca, sakinleşebildi
ancak. “Pilav da vardır ooh” diye mırıldanarak, oturduğu sofrada, ikinci
kaşığı ağzına götürüyordu ki,
“Bugün Abdullah’ın karısı geldi” dedi Nezaket.
Ustanın; kaşığı tutan eli havada dondu.
“Eeee!?!” dedi.
“Ne eeesi?!? Abdullah parasını istiyormuş.”
“E be Nezaket! Şunu sofrada söylemesen olmaz sanki”
Nezaket, kinayeli ve alaycı,
“Hee öyle miiii?” dedi başını sallayarak, “Peki ben niye garıştırılıyom bu
işlere? Sen Abdullah’ın önünden gaç.
Nezaket’i öne öne sür he miii??”
“Ne kaçması? Ayın yirmi birinden sonra toplu para alacam, verecez.
Demedim mi? Biz kime borcumuzu ödemedik şimdiye kadar?”
“Şo gaşığı yüzüme yüzüme sallama… Ben ağnamam! Deyha Abdullah,
deyha Abdullah’ın evi. Beni garıştırma.”
“Ula kendim için mi aldım parayı Allahsız!? Oğlana güzel bir düğün yapak
diye ağlayıp zırlayan sen değil miydin?”
“Bak, bak, bak! Yüz kere dedim kine, şu oğlanın yanında şu düğünden
bahsetme. Kafasına kakar gibi… Sen değil miydin hoplayıp zıplayan, rakıları
ardı ardına yuvarlayan hııı?”
“Ben böyle hayatın içine..” diyerek elindeki kaşığı masaya fırlattığı gibi,
ayağa kalkması, askılıktaki ceketini alıp, dışarı fırlaması bir oldu Tahsin
ustanın.
Üst üste aldığı yumruklarla sersemlemiş, bir boksör gibi hissediyordu kendini.
“Şu işe bak! Kuru-pilav yiyeceğini hayal et..."
Yüzüne çarpan serin hava, her nefeste, sersemliğini dışarıya boşaltıyordu
ya, yerine, sıkışmışlık ve çaresizlik duygusu doluyordu sanki. Gözleri doldu,
“Çocuklar da Nezaketin” diye mırıldandı.

X X X
“Geel Tahsiin otur yamacımaa” dedi Ramazan Usta yayvan yayvan.
“Üçlüyü düş, düş şu maça üçlüyü.”
“Yav elimdeki taşı nerden biliyon be abi?”diyip attı elindeki üçlüyü Yunus.
“Nasıl olsa almayacaksın.”
“Heh he… gene yanıldıın bu kez alacağıım” diyerek aldı üçlüyü Ramazan
usta.”İşte de böyle biterleer” diyerek, okey tahtasını yatırdı.
Ahmet Usta, hışımla,
“Yav, ağzıyla söylüyor, sen atıyon” diye çıkıştı, oyun eşine.
Yunus,
“Yaa bilmiyon mu? İşine yaramayan taşı söyler, blöf yapar hep” diye
savunmaya geçti.
“Bi dakka susun hele” dedi Fahri, televizyona bakarak,
Spiker,
“Şimdi aldığımız bir habere göre, ufukta beliren yabancı cismin bir uzay
gemisi olduğu belirtildi. Bugün bir konuşma yapan Amerika Devlet Başkanı,
geminin; barışçıl amaçlarla gelmemiş olabileceğini söyleyerek Birleşmiş
Milletleri göreve çağırdı. Birçok ülkeden asker desteği isteneceği belirtiliyor.”
Ramazan Usta,
“Bizim başbakan daa bi ihtiyaç var mıı diyee sormuuş. Asker maskeer zahar!
Ulaan Ahmet! Hep sizin yüzünüzden… Belinize kuvvet, yapıyonuz veletleriii…
Bu baştakiler de sağaa sola sıvanacak bok sanıyo bizi.”
Ahmet Usta,
“Yapma Abi! Üç çocuğum var benim.”
“Gizli karılardan gizlii çocukların vardır seniin.”
“Usta… bulaşma bana.. canım sıkkın.”
Fahri,
“Yav bu uzaylılar savaşçı mı barışçı mı sizce?”
“Amaan” dedi Ramazan Usta, kaç kere diyeceem bir fırıldaktıır diye… Krizi
unutturacaklar… kriziiiii.”
“Ya koskoca uçak düştü, be!”
“Japonlar o kalkana da bi çare bulur abi”
“Bunlar gelip gidiyormuş zaten.”
Ahmet Usta,
“Peki niye bize gelmiyor da, hep Amerika’ya geliyor bunlar?”
Ramazan Usta,
“Seni adamdan saymıyorlardır.”
“Usta bak; uğraşma benle.”
Kahvenin ön tarafından bir ses, yarı alaylı,
“Yaa Ramazan abi, hakkat… ne var bu gemide?”
“İşiniiz gücünüüz dalga… bi oynatmadınız… Evet… bomba vaar… Uzaylı
bombalar..”
“Hah hah haa”
Kahveci Salih,
“Amaan gökten karı yağsa, biçim başımıza kazma düşer.”
Ramazan Usta,
“Gemi dolusu fışkıyı, seperler inşallah tepenizee karı niyetiylen.. Yaa Salih
değiştir şu kanalı… Yok uzaylııı yok gemi!”
Salih, yaklaşıp kanalı değiştirdi. Muhalefet partisi liderinin görüntüsü vardı
şimdi ekranda.
“…….artık iyice şaşırmıştır. Sağa sola asker gönderdiğimiz yetmedi, bir
uzaylılarla savaşmadığımız kaldı! Neymiş efendim, asker gönderebilirmiş.
Madem o kadar heveslisin savaşmaya, sen git. İnanılır gibi değil? O gemide
gelişmiş nükleer bombaların, hatta bizim bilmediğimiz çok daha gelişmiş
silahların olmadığı ne malum?”
Tahsin Ustanın dikkati, kapıdan giren Reşit’e kaydı. Reşit, yaklaşıp bir
sandalye çekti ustasının yanına. Sol elinin parmaklarını yumup açarak,
“Aha usta bak! Elim oynuyor. Yarın işe gelebilirim” dedi, o utangaç gülüm-
semesiyle.
X X X

Ertesi gün ambara indiğinde, yaşları on sekiz, yirmi arası iki genci,
boyayacağı tankın önünde bekler buldu, Tahsin Usta.
“Hayrola?” dedi merakla. Cevap; merdivenlerden inen Selim Usta’dan geldi.”
“Yeni çıraklar.. seç birini.”
“Yav, Reşit gelecek bugün.”
“Ya gelmezse ha! Ya gelmezse. Bakın Tahsin Bey, ambardaki boya işleri üç
gün içinde bitmeli ve güverteye çıkmalısınız. Seçin birini!”
Yarı yaşındaki bu adamın, arada sırada kendisine “bey” demesi, sizli bizli
konuşması, tepesinin tasını attırıyordu ya,
“Karpuz mu seçiyorsun be?!” dedi öfkeyle.
Selim Usta,
“Bak! Ben anlamam ! Üç gün sonra güverteye çık da nasıl çıkarsan çık.” diyip
arkasını döndü.
Tahsin Usta,
“Sen yeriş ya Rab” diye mırıldanarak, hazır ol vaziyette duran iki gence baktı.
Biliyordu ki, ikisi de tecrübesiz, ikisinin de şiddetle işe ihtiyacı var. Biliyordu ki,
devasa büyüklükteki “Umut” tahterevallisinde oturmaktaydılar karşılıklı ve birini
seçtiği anda, cennet katına yükselecekken o, diğeri; cehennemin dibini boyla-
yacaktı.
“Seç birini!”
“Kaderle oynamak pis bir şey” diye geçirdi içinden. Midesi bulanmaya
başlamıştı ki, merdivenden gelen sese başını çevirdi. Reşit.
X X X
İki gencin, ambardan çıkarken, sanki adım atmakta zorlanıyormuş gibi
yürümeleri mi, Reşit’in, sol elini kullanırken gösterdiği gayret ve can acısını
belli belirsiz bir iniltiyle gizlemeye çalışması mı, Selim’in, iki dakika arayla
(ki, normal zamanlarda pek uğramazdı yanına) ambara inip, terör estirme-
si mi? Hepsi ya da hiç biri… Neydi, on beş saatlik bir çalışmanın ardından,
eve gitmesi gerekirken, kahveye yönelmesinin nedeni?
O pis nakarat işte gene,
“Emekli olamadan ya işsiz kalacam,ya da sakat…Emekli olamadan ya…”
Her yoğun çalışma dönemlerinde, beyninde dönüp duran bu lanet düşünce,
emekli olmayı başarmış insanları gördüğünde, pulların, taşların şakırtıları
arasında, sönüp gidiyordu ancak.
Ama o gün, ne gülüşme, ne okeyin şevkle döndüğü bir masa, ne de ateşle
tavla kasasına vurulan bir pul takırtısı vardı kahvede.
Ramazan ustanın yanına oturdu ve sordu,
“Hayrola?”
“Sormaa” dedi usta yayvan yayvan. “Hasan’ın yeğeni ölmüş.”
“Hadi yaa! Neden?”
“Elektrik çarpması. Çocuk daha on yedi yaşındaymış Tahsiin.. Ooon yedii…
insanın deliresi geliyor”
“Öfff”
“Ya Öfff! Öfteen püften ölümler…”
Tavla pulları bile ses çıkarmıyordu ki, Başbakanın televizyondan gelen sesi
yankılandı,
“Neden göndermeyecekmişiz? Şimdi bunlar bir şeyi atlıyorlar, sanki biz oraya
savaşsın diye asker gönderiyoruz!
Bütün Dünya birleşmiş, bi Baykan muhalif. Sen uzaylıların avukatı mısın? Şimdi
bakın! Diyelim ki, bu uzaylılar sevgii, barıış, refah getiriyor, biz bunlardan
uzak mı kalalım?”
Kahvenin ön tarafından bir ses:
“Uzaydan barış, refah yağsa bizim kafamıza ölüm düşer.”
Başbakan,
“Herkes, uzaylılardan kız alıp kız verecek, akraba olacak, biz seyirci
kalacağız..”
Kahvenin arka tarafından bir ses:
“Kapayın şunu be!!!”
Salih, hızla seğirtti…

X X X
Ambardaki işlerini bitirip, güverteye çıktıklarında, sıkı sıkıya tembihliyordu
Tahsin Usta çırağını,
“Bak! İskeleye, kemersiz, baretsiz adım atmayacaksın. Bak! Ortalarda fazla
dolaşmak, göz önünde olmak, onunla bununla laga luga yok”
“Bana kaynak yapmayı öğreteceksin değil mi usta?”
“He dedik hee… işimiz bitsin…”
Kanı ısınmıştı bu gence Tahsin Ustanın. İşe girişmesi, acemiliğini çabuk
atması, utangaç gülümsemesi, geveze olmaması, saygılı tavrı… Suskun
çalışıyor, arada bir konuşuyorlardı.
“Kart borcunu nasıl yaptın?”
“Abimi everdik. Geline bilezik, düğün masrafları falan…”
“E baban yokmuş be oğlum! Ne gerek vardı düğüne müğüne?”
“Bizim oralarda adettir, yapmasan olmaz. Ayıptır.”
“İkimiz de düğün mağduruyuz desene be oğlum…”
Ahmet usta yukarıdan seslendi,
“Hadi… yemek hazııır”
“Saat kaaç”
“Bir buçuuk..”
Sonbahar kaçkını güneşli güzel bir gündü. Portatif masa, ortaya konmuş,
etrafına tabureler sıralanmış… Zeytin, peynir, kıymalı yumurta, helva…
Dört beş kişi oturmuş, Kemal, çayları doldurmakta...
Sohbet koyu.
“Nedem la kadroyu? Bana para lazım para… Kadrolu yaptık deyip, parandan
kesiyorlar. Yok eğitim parası, yok sigorta parası, yok ananınki fonu…”
“Olum! Bi kere iş yasasına göre biz yedi buçuk saatten fazla çalışmamalıy-
mışız.”
“Ederim iş yasasını! Daha çok ortalığı karıştırıyor bu müfettişler… Ceza
kesiyorlar, yükü bizim sırtımıza biniyor. Her şey çorba oluyor.”
“Olum, haklarımızı bilmiyormuşuz ondan.. bi kere İtibari Hizmet Kanunu diye
bir şey varmış. Erken emekliliği getiriyormuş.”
“Sen Ömer’le yata kalka şaşırdın.. Bak! Ben işsiz kalmak istemiyom
anladın mı? Sendikalıların başına neler geliyor gördük”
“İyi la! Geber o zaman geber la! Bak! Bizim işimiz ağır ve tehlikeli iş kollarına
giriyormuş. Dün uzman konuştu, olum… bizimki gibi işlerde, sekiz saatten
fazla çalışılırsa, dikkat dağılıyormuş ve gelsin kaza…”
Yunus,
“Amaaan biraz kafa dinleyelim ya şurda, sıkıldık bu konu lardan.” dedikten
sonra, Kemal Usta’ya döndü,
“Eee usta, iddiaya girmişsiniz Sabri’ylen”
Gülüşmeler…
“Ne iddiası?”diye sordu Tahsin Usta.
Ahmet Usta,
“Gemide ne var?”
Tahsin Usta sağına soluna baktı,
“Sac, demir, kompresör, makara…”
Gülüşmeler…
Ahmet Usta,
“Yaa öyle değil, bunlar uzay gemisinde ne var iddiasına girdiler.”
Tahsin usta,
“E bu bilinemez ki, bir sürü ihtimal.” dedi. “Ama insan olduğu kesin.”
“Ya yoksa.. ya robotlar varsa.”
“Abi zaten girdiğimiz iddia, gemide ne olduğu değil, ne getireceği..” diye
düzeltti Kemal.
“Kaç lirasına girdiz la?”
“Elli lirasına.. Ben savaş getirir diyom, Sabri, barış getirir diyo.”
“Yav bi kere, niye bi şey getirsin? Bunlar hep gelip gitmiyorlar mı?
“Amaaan para getirsin para… Şöyle dolarları üzerimize serpsin.”
“Ulan uzay gemisinde dolar ne gezsin?”
“Hah hah ha…”
Tahsin Ustanın gözü Reşit’e kaydı. Sessiz sedasız gülümsüyordu, mutlu
gözüküyordu.
“Sence ne getiriyor Reşit?” diye sordu.
Bir sessizlik oldu.
Reşit, utangaç gülümsedi,
“Bilmem ki usta?”
“Söyle…söyle hadi! Utanma.. Hadi, dilek tutarmış gibi söyle. Bak yılbaşı
yaklaşıyor…”
Reşit, başını öne eğdi,
“Bilmem ki usta, siz daha iyi bilirsiniz” dedi.
“Sen bu çırağı geçmiş zamandan mı ışınladın Tahsin abi?” dedi Kemal.
Gülüşmeler…
Yunus,
“Yırtılır, yırtılır bi seneye kalmaz o da İstanbullu olur.”
“O değişmez; böyle gider” diye düşündü Tahsin usta.
Bu düşünceyi seslendirmeli miydi? Çırağını şımartmakla şımartmamak arasında
kalmıştı ki, Selim ustanın sesi doldurdu güverteyi.
“Ahmet Beeeey!”
“Hay senin beyinin… Offf off. Aşağıda kaynak işi çıkmış. Mühendis kızmış…
Niye kızmış, anlamadım ya?!”diyerek ayağa kalkan Ahmet usta, ambara doğru
yürüdü.
Reşit’e, sonra saatine baktı Tahsin usta,
“Hadi git bak biraz istersen” dedi.
“Af buyur!?”
“Hadi, hadi git bak, söyle ustaya sana gözlük versin ama… Hadi… ne duru-
yorsun?”
“Essah mı diyon usta?”
“Bak, birazdan hiç dememiş olacam ha!”
Ayağa fırlayıp, koşmakta olan Reşit’in arkasından seslendi,
“On beş dakikaa… bak on beş dakika sonra buradasın ha!"dedi.
Ağzındaki lokmayı geveleyerek"Iıımm güzelmiş, kim aldı bu helvayı?” diye
sordu.
“Ahmet Usta”
Yunus,
“Ee Tahsin abi, sen daha iyi bilirmişsin…”
“Ne?”
“Şu gemi diyom… Sence ne getiriyor?”
Tahsin usta, ağzında gevelediği helvayı yuttu.
“Niye bir şey getirecekmiş? Dünya’da her şey var zaten. Yok illa bi şey
getirecekse, adamlık getirsin.”
Suskunluk… Sonra,
“Nezaket Abla, Tahsin Abiyi filozof yaptı sonunda” dedi Kemal.
Bir kahkaha fırtınası… Hatta biri, ani gelen gülme duygusunu frenleyemedi-
ğinden, ağzındaki çayı havaya püskürttü. Dayanamadı, uçan kahkahalara
katıldı o da. İşte tam bu anda, Tahsin Ustanın gülmeye başladığı anda oldu,
gemiyi sarsan patlama.
Daha genç olanlar, daha hızlıydılar. Ambara indiğinde, yedi sekiz kişi, iki gün
önce boyadığı tankın önünde birikmişti bile. İnsan duvarının arasından bir
şeyler görmeye çalıştı. Yerde siyah bir balçık mı vardı parlak?

Yok, koyu kırmızı… Anladığı anda gözleri karardı. Uğultular arasında, Kemal
Ustanın sesini duydu.
“Biri Tahsin abiyi çıkarsın. Onu kan tutar.”
Hissizlik… Kalktığı tabureye oturtmuşlardı onu. Tabakta kalan son helva
dilimini, bulanık görüyordu. “Her şey anlamsız” diye düşündü. Borç, koşuş-
turma, Nezaket, oğulları, torunları… Her şey… “Ben de.” Geçmiş gelecek…
İçinde bulunduğu an; küçüldü, küçüldü, yok oldu. Bir boşluk duygusu…
Huzura benzeyen…
“Tuhaf şey” diye mırıldandı.
X X X

I I
“Hele kalk hele!” diye dürttü kocasını Nezaket.
“Nooluyor yav?”
“Zeliha geldi, kalk hele.”
Bacağına sarılı örtüyü yan tarafa atıp, sallana sallana doğruldu Tahsin
Usta.
“ Pazar günü bile rahat yok” diye söylenerek pantolonunu giydi.

Sofadaki sedirin ucunda, hemen kalkacakmış gibi eğreti oturuyordu Zeliha.
Sandalyeye otururken, masanın üstündeki, tabağa kaydı Tahsin ustanın
gözü.
‘Kim aldı bu helvayı?’
‘Ahmet usta.’
Zeliha, kıpırdandı,
“Dün kırkıydı ” dedi. “Kuran okuttuk… Helvayı dün kız ile gönderecektim,
ama.. dedim hele bir ustayla konuşam.”
“O kadar oldu mu ya?”
Zeliha iç çekti,
“Yaa… şimdi… geçen hafta möhendis gene geldi.”
“Nooldu? Dilekçeyi verdin mi?”
“Şimdi abi… Vazgeçtim?”
Tahsin usta, hop oturdu hop kalktı.
“Niye yav? Niyeee?”
“Şimdi usta… şimdi… Eğri oturak, doğru konuşak… Elde yok, avuçta yok.
Borç gırtlakta. Simdi.. diyor ki möhendis, Gerçekçi ol diyor. Aklını kullan
diyor.Eğer dava açarsam, iki üç yıl sürermiş mahkeme.. ondan sonra
temlis mi dedi, tem…. neydi?”
“Temyiz”
“Hah! İşte ona gidermiş tersane. Beş yıl da öyle beklermişiz.”
“………”
“Şimdi… Elde yok avuçta yok… yedi sene… dile kolay. Ne yer ne içeriz?”
“Kaç lira vereceklermiş?”
“Doksan bin”
Tahsin usta tabaktaki helvaya baktı, sonra,
“E sen zaten kararının vermişsin bacım! Bana niye soruyon?”dedi.
“Ben diyom ki… abii... şu Ömer… ortalıkta dolanıp duruyor.”
“Ha diyon, sendika üzerime gelmesin, öyle mi?”
“……..”
“Ne deyim?” dedi Tahsin usta iç geçirerek, “Bakarız…”
Nezaket elindeki tavayı masaya koyup,
“Hadi bacım gel sofraya” dedi
Zeliha ayağa fırladı,
“Yok bacım ben yaptım. Size afiyet olsun.”
Nezaket,
“Aa ölümü gör bi lokma bir şey ye, öyle git.”
Zeliha,
“Yok abla yemin verme… evde iş çok ben gidem” diyerek kapıya yürüdü.
“Gene gel bacım kapama eve kendini” diyerek uğurladı onu Nezaket.
Şimdi, karşılıklı oturmuş, çay içiyorlardı. Tahsin usta, mis gibi tereyağı kokan
yumurtaya, çatalını uzatmıştı ki,
“Bak” dedi Nezaket, “Büyük gelinin suratından düşen bin parça ha!”
“Of be... bir Pazar günü bırak rahat edeyim.”
“Ben ağnamam! Sen gendi ağzınla söyledin, gızım, on güne kalmaz, takarım
koluna diye.”
Geminin bakımı, yirmi birine bitmemiş, toplu paralarını vermemişti şirket,
gecikme tazminatını bahane ederek.
Abdullah’ın parasını denkleştirebilmek için, büyük gelininden iki bilezik almıştı
Tahsin Usta.
“Ulan her şey aklıma gelirdi de, gelinime borçlanacağım aklıma gelmezdi.”
dedi sinirle. “Bu yumurta da iyi pişmemiş.”
Nezaket dövüş horozları gibi kafasını uzatıp,
“Tüp bittiiii” diye bağırdı. “Dedim kına, şu yedek tüpü doldurak, şu yedek
tüpü doldurak. Gamsııız!”
“Aman be Nezaket, bi Pazar günü rahat bıraksan bari” diyerek elindeki çatalı
fırlatıp, askılıktaki ceketini alması bir oldu Tahsin Ustanın.
“Evden ayrılma, tüpçüye uğrar söylerim” dedi kapıdan çıkarken.
“Uyyy o gahve başınıza yıkılır innnşallah!” diye bağırdı arkasından Nezaket.

X X X

Oyun arkadaşlarının yanına oturur oturmaz, televizyondaki bıyıklı esmer
adamı dinlemeye başladı onlar gibi.
“…. Bu uzay gemisi midir nedir? Gideli on gün olmuş, peki… askerler nerede?
Gönderilen yüz seksen asker? Yok uzaylı yok ne? Bunlar ne biçim oyunlar?
Niye kimse hesap sormuyor?”
Fahri’nin kulağına eğilip,
“Kim bu?” diye sordu.
“Bi derneğin başkanıymış galiba?”
“Şaka gibi” dedi Kemal Usta.
Ramazan Usta,
“Ben dedim sizee… buu.. Amerikanın bir fırıldağıdır diyee”
“Askerler neredeymiş peki?” diye sordu Yunus, saf, saf.
“Hişşşt” dedi Ramazan usta, “Böyle şeylerii ne düşünün, nee deşeleyiin…
Yedilini düş sen yedilinii… Ee Tahsiin, ne var ne yok.”
“Ahmet’in karısı geldi bugün..”
“Nasıl? İyi mii?”
“Kan parasını kabul edecekmiş.”
“Demee!!”
“Yaaa!!!”
“Ne veriyorlarmış?”
“Doksan bin”
“Vay Ahmet Usta vay…Değerin bu muyduu? Senin çırak nooldu?”
“Noolsun? Pastırma gibi doğruyorlar çocuğun bacağını.. Kaçıncı ameliyata
girdi bilmiyom. Kese kese dizinin üzerine kadar çıktılar.”
“Vah gariip!”

X X X
Cam kenarındaki yatağın üstünde oturmuş, sargılı, yarım sağ bacağına
bakıyordu Reşit. Ustasını görünce, doğrulmaya çalıştı.
“Napıyorsun oğlum?” diye atıldı Tahsin Usta. Omzundan tutup, “Otur
otur”dedi. “Bu bacakla… Eee. Nasılsın bakalım?” diyerek yatağın ayak
ucuna oturdu.
Reşit,
“Artık kesmeyeceklermiş usta” dedi sevinçle... iyileşecekmişim.”
“Bi ihtiyacın bi isteğin var mı?"
“Afiyetin, iyiliğin usta sağ ol.. mühendis geldi gene”
“Eeee!”
“Gerçekçi ol dedi. Hem… hem de protez takacaklarmış bacağıma”
“Yapma Reşit” diye ayağa fırladı Tahsin usta. “Dava açmalısın” diye bağırdı.
Reşit’in şaşkın ürkek bakışıyla, yerine oturdu yeniden.
“Yeni boyanmış tankta, kaynak yaptırarak, Ahmet ustayı bile bile ölüme
gönderdi o adam. Seni de..” dedi sustu.
“Kabul et Tahsin” dedi içinden, “Şirketten öç almak, suçluluk duygunu
geçirmeyecek.”
“Demek böyle ha” dedi, başını salladı.
“Şimdi usta, ben ziyaretçi kartıyla girdiğim için kayıtlı olmadığımdan, kamu
davası bile açılamazmış.”
“……….”
“Zaten yok sayılıyorum be usta!”
“Kaç lira verecekler?”
“Altmış bin.”
“………”
“Bütün borcumu ödeyeceğim.”
“………”
“Hem protez de takacaklar...”
“………”
Şimdi suskun oturmaktaydılar ve burada bulunuşunun anlamsız olduğunu
düşünmeye başlamıştı ama yerinden kalkamıyordu da.
“İki yabancıyız aslında” diye geçirdi içinden. Bu durumun, suçluluk duygusu-
nu, azaltacağına, arttırıyor olması tuhaf bir şeydi.
“Geçen hafta Beşiktaş galip olmuş ha usta! Bu sene şampiyon olacak
herhalde.”
“Bilmem… iyi gidiyor.”
Suskunluk…
“Şu mühendis… Aslında mühendis değilmiş, patronun yeğeniymiş, ha usta?”
“…………”
Suskunluk…
“Sahi usta, uzay gemisi duruyor mu yerinde hala?”
“Gitti.”
“Yaa” dedi Reşit şaşkınlıkla, “Bir şey getirmemiş mi?”
Gözlerin doldu Tahsin Ustanın,
“Getirmemiş” diyerek ayağa kalktı.
“Beni bu hafta taburcu edebilirlermiş usta.”
“İyi”
“Memlekete giderim…”
“İyi…. Ha aklımdayken” diyip, elini cebine attı, çıkardığı yüz seksen lirayı
komidinin üstüne koydu. “Kahveden arkadaşlar gönderdi.”
“Niye zahmet ettiniz usta.”
Sarıldı, öptü yanaklarından,
“Bir ihtiyacın olursa ara” dedi.
Hızla doğruldu sonra, dönüp yürüdü. Tam kapıdan çıkıyordu ki, Reşit;
“Hakkını helal et usta” diye bağırdı arkasından.

X X X

Erkan Alasan, Yaş: 17, Ölüm nedeni: 220 V seyyar lamba ile çalışma sonucu,
elektrik çarpması.
Hüseyin Gonca, Yaş: 17, Ölüm nedeni: Elektrik çarpması.
Özay Çoban, Yaş: 17, Ölüm nedeni: Patronun, kafasına, 1,5m demir çubuk
atması sonucu.
Onur Bayoğlu, Yaş: 19, Ölüm nedeni: Ambara düşerek.
Metin Turan, Yaş: 19, Ölüm nedeni: İskeleden denize düşerek.
Ekrem Bektaş, Yaş. 43, Ölüm nedeni: Patlama.
Hüseyin Şahin, Yaş 29, Ölüm nedeni:…………………………………
Cemal Yetim, Yaş:…………………………………………………………………
İbrahim Dursun,………………………………………………………………………
Sabri ……………………………………………………………………………………
………………………………………………………………………………………….

Bu öykü, tersane kazalarında, hayatını kaybeden,
işçilere ithaf edilmiştir.
M.Şimşek
 

Etiketler : ,

Bu Yazıyı Yazdır Bu Yazıyı Yazdır

Yorumlar Kapatıldı.



2007-2012 Bilgi Agi / Turkiye nin Interaktif Kose Yazari Gazetesi

Designed By Online Groups
ÇÖZÜM ORTAKLARIMIZ

bizajans, kent akademisi, sunubank