content

30 Oca

Tefekkür, Bir Yerlerde Bizi Bekliyor

Hakikatsiz felsefe, sakat bir tarih anlayışına yaslanarak, sonraki bir olayın öncekinden nasıl doğduğunu açıklamayı gerçeği yanlıştan (hakkı batıldan) ayırmaktan daha çok önemser. (

Düşünmeyi düşünmek

“Düşünmek” diyordu arif Şebüsteri Gülşen-i Raz’ında “Batıldan hakka yürümek ve cüzden külle doğru yükselmektir.” Tarifte geçen Düşünme’nin karşılığının ‘Tefekkür’ olduğunu daim akılda tutarak konuşacak olursak ve tanımdaki diğer kavramları orijinal haliyle ele almaya devam edersek çok ilginç açılım noktaları bulabileceğiz gibi geliyor bana. Zira tarifteki anahtar kavramların yerine başkaca karşılıklar koyduğumuzda ‘anlamı teneffüs edeceğimiz özel alan’ tuzla buz oluyor. Bu noktada ise ‘bir dille düşünmek’ yerine ‘bir dilin içinde, o dille içimizden ve dışımızdan kuşatılmış olarak’ düşünmekte olduğumuz belirginleşir. 

Misal olarak, ‘batıl ve hak’ yerine ‘yanlış ve doğru’, ‘cüz ve küll’ mefhumları yerine, ‘parça ve bütün’ kavramlarını kullandığımızı varsayalım ve tanımımızı buna göre yeniden yazalım: “Düşünmek, yanlıştan doğruya yürümek ve parçadan bütüne doğru yükselmektir.” Şimdi, görünüşte birbirinin neredeyse aynısı gibi algılanabilecek bu iki tanım arasındaki uçurum sanıldığından daha derindir. Bu iki tanımın her birinden hareketle düşünen iki dimağın varacağı sonuçlar, zihnine ağacak çağrışımlar, davranışlarına yansıyacak hal ve tavırlar muhtelif ve farklı olacaktır. 

Nasıl yani?, diyebilirsiniz. Şöyle ki, örneğin, ‘batıl ve hak’ kavramları ortaya çıktığı ve yeşerdiği anlam dünyasının içinde birden çok anlama işaret etmektedir. Ayrıca, hak ve batıl, bir yaratıcı fikrinden beslenen itikadın anlam katmanlılığı içinde ilahi kökenlere dayanan kavramlardır. Yani, Kur’an’ın şekillendirdiği bir alem tasavvurunun, Arap dilinin kendine özgü mantık ve gramer yapısıyla birleşerek ördüğü bu kavramlar, sadece beşeri düzlemde beliren yalınkat ‘yanlış ve doğru’ kavramlarıyla birebir örtüşmez. Çünkü, Kur’an’ın, diğer bütün kutsal kitapların dilinde olduğu gibi bir ‘çok katmanlılığı’ vardır. Zihinlerin kendi anlayış kapasitelerine göre, ya da bir başka deyişle ‘kaplarının büyüklüğü nisbetinde’ bu katmanlardan birine ulaşması söz konusudur. Faraza, epeyce meşhur olan ‘Hakk geldi Batıl Zail Oldu’ mealindeki ayete bir bakalım. Bu ayetin ve kavramlarının katmanlarından her birine bir anlayış ve idrak mertebesi denk düşecektir. Politik meyilleri olan aksiyoner bir kişi, bu ibareden, zulüm üreten adaletsiz düzenin ortadan kalkıp ilahi esasların hüküm sürdüğü bir hak düzenin gelmesini anlarken, tasavvufi eğilimleri olan ve daha işari bakan biri tarafından bu ibare, iki göğsün arasına yerleşmiş olan nefs-i emmare batılının, tezkiye edilmek suretiyle nefs-i mutmaine mertebesine erişmekle yerini hakka bırakması şeklinde pekala algılanabilir. Bu örnekler bir hayli çoğaltılabilir ama eskilerin dediği gibi ‘arif olana bir işaret yeter.’ Bütün sorun, herkesin kendi anlayış mertebesine denk düşen anlamı tek anlam ilan edip diğer anlamları yok saymasında düğümlenmektedir. 

Asıl maksada gelecek olursak, biz sadece konuştuğumuz bir şeye işaret olsun diye ortaya koyduğumuz bir sesler ve sözler manzumesi olan dil ile, sadece basit bir araç düzeyinde bağlantı kurarak düşünmüyoruz. O dilin bütün geçmişi, hafızası, anlam katmanlılığı, işaret ettiği beşeri veya ilahi düzlem ile birlikte o dile gömülü olarak, yani o dilin içinde düşünüyoruz. Dolayısıyla, bazı temel kavramlardan asla taviz verilemez, bu konuda ne kadar ısrarlı ve tutarlı olunsa yeridir. Çünkü, bu durum basit bir tercüme veya bir sadeleştirme hadisesi değildir. Bir dilin anlam zeminini hepten yerinden oynatmak gibi, Afrika menekşesini asıl ortamından koparıp kumlu bir toprağa ekmek gibidir.

Tüm bu değinilerin ardından Şebüsteri’nin Tefekkür tarifine eğildiğimizde, bizi her anlamda batıldan hakka götürmeyen, batıldan kurtulmanın huzurunu hakka varmanın sükunetini yaşatmayan, kişiyi genelde ve detayda sebeplere tesir vermenin sapkınlığından dikey tefekkürle her şeyin ucunu Rabbin kudretine bağlayarak akletmenin hidayetine vardırmayan her türlü zihinsel faaliyetin tefekkür olamayacağı, olsa olsa ‘tefelsüf’ (felsefe yapmak) olacağı anlaşılır. Ayrıca, cüzlerin içinde boğulup kalan, külleri ve cüzlerin üzerindeki külli işaretleri okuyamayan bir akıl yürütmenin yapraklardan ormanı görememek tarzında kişiyi cüzileştireceği, parçalı ve bulutlu bir algıya mahkum edeceği ortaya çıkar. Yaprağı tek başına bir yaprak olarak görüp yapraktaki ormana yükselemeyen zihin maddenin parçalı dünyasında sis içinde kalarak bir absürd fikrine saplanmaya mahkum hale gelir.

Kısacası, felsefe çoğunlukla, kavramsal analiz düzleminde kalan bir akrobatlık, belki insanın zihinsel faaliyetlerini geliştiren ama hakiki tefekkürün damarlarını kurutan bir etkinlik olmaktan öteye gidemez çoğu kere. Gerektiğinde eşeğin attan, gerektiğinde de atın eşekten üstün olduğunu ispat etmeye yarayan bir aygıt, her kapıyı kolayca açabilen bir maymuncuk verir kişiye. Felsefe mesajın ortadan kalktığı, mesajın hiçbir kaynağa bağlanmadığı, hakikat kaygısının yerini becerinin aldığı bir jimnastikten öte bir şey değildir. Hakikatsiz felsefe, sakat bir tarih anlayışına yaslanarak, sonraki bir olayın öncekinden nasıl doğduğunu açıklamayı gerçeği yanlıştan (hakkı batıldan) ayırmaktan daha çok önemser. (Tasarruflar bana ait, Y.Ö.Ö.- Bkz. Hüzünlü Dönenceler, Claude Levi-Strauss; YKY,)

Tefekkür, orada bir yerlerde bizi bekliyor…

Etiketler : , , ,

Bu Yazıyı Yazdır Bu Yazıyı Yazdır

Yorumlar Kapatıldı.



2007-2012 Bilgi Agi / Turkiye nin Interaktif Kose Yazari Gazetesi

Designed By Online Groups
ÇÖZÜM ORTAKLARIMIZ

bizajans, kent akademisi, sunubank