content

28 May

Tasavvufun Boynundaki Sapıklık Urbanı-I

Tasavvufu bütünüyle tanıtmak ve anlatmak mümkün değildir. Bu maksatla yazılmış bol miktarda eser zaten var. Bununla birlikte bir teolog yahut ilahiyatçı değil isen,dini meseleler üzerine konuşmak ve yazmak cüretini gösterme nedenini de merak edenler olacaktır. Sözü eğip bükecek değilim, Endülüs zamanına özlem duyan bir düşünür olarak konunun ehli olan teolog ve ilahiyatçıların birikimlerinden derlenmiş fikirlerle karşılaşacağınızı belirteyim.

Arapça bilmeyen her Müslümanın mecburen tabi olduğu öğrenim sistemi budur. Zira Kuran-ı Kerim’i mealden okumak ve öğrenmek demek, kendi aklınızdan bir başka aklın yorumuna ittiba edip, ifa ve icrada o akla inanmak demektir. Müslüman olan herkes ilahiyatçı olmak zorunda değildir, fakat inandığının ne olduğunu bilmek ve düşünmek zorundadır!Maalesef ilahiyat uzman ve akademisyenlerinin de bazı meselelerde; buna tasavvuf da dahil olmak üzere, iki ayrı kutup oluşturabildiklerini düşünürseniz, düşüncelerin netleşmesi uzun inceleme ve araştırmaları mecbur kılıyor.

Kur'an-ı Kerim'in ve Sünnet-i Seniyye'nin hüküm ve hakikatini yakalamak zor, doğruları yanlışlardan ayıklamak daha da zor ama bir o kadar da zaruri bir yükümlülük!

Konuyu köşe yazılarına sıkıştırmak neredeyse imkânsız fakat konu; özellikle de yeni nesil düşünenler için bambaşka bir boyut kazanmış durumda ve önem arz ediyor. İşte bu yazıyı ortaya çıkaran en önemli nedenlerden biri de, internetteki sosyal paylaşım ağlarında her iki cenahtan şimşek hızıyla nakledilen, neredeyse bir fikir savaşına dönüşmüş bilgiakışıdır. Tasavvufa meyilli olanlar ile tasavvufa düşman olanlar diyebileceğim, bu her iki camiadan da facebook ağıyla tanıdığım yazar ve düşünen kesimin, güçlü savunmaları arasında kalmış yeni bir nesil var. Dediğim gibi düşünmekle yükümlüler ve zihinleri içinden çıkılması güç durumlara sokuluyor.

Bir tarafta; İslam inancını tasavvufi çıkarımlardan temizlemek adına neredeyse Allah ve Peygamber inancında duyguya dair en ufak yer bırakmayacak kadar, hatta hurafeler dedikleri alamet ve birtakım kerametleri de zaman zaman “Peygamberlerinkini de yanlış yorumlamışsınız” gibi bir tevile dökecekler kaygısı duyulacak kadar katı bir İslam algısı… Ve diğer tarafta İslam inancını hep aşkla dile getirilen, mecaz anlatımlar, şiir ve musiki ile bütünleştirilen tasavvuf anlatımları…

Yeni nesil hangi yolu takip etmeli? İkisinden doğan çelişki yumakları arasında kaybolmaktansa hiç düşünmemeyi, bu konularda konuşmamayı ve fikir telakkisinde bulunmamayı mı tercih etmeliler? Gaflet ve dalalet içinde bir kaçış!

İki tarafın duayenleri de aklı doğru kullanmak üzere insanları uyarıyorlar. Ama nasıl bir akıl ?
“Genel olarak Kur’ân’daki tüm âyetleri özelde ise akletmeyle ilgili âyetleri her yönüyle kimler daha iyi anlayabilir? Bu sorunun cevabı olarak Yüce Allah: “İşte biz, bu temsilleri insanlar için getiriyoruz; fakat onları ancak bilenler düşünüp anlayabilir.”( ANKEBUT 43) buyurmaktadır. Bu âyeti İbn Kesir: “Bu âyetleri ancak ilimde rusuh sahibi, otorite olanlar anlayıp tedebbür edebilirler.” şeklinde açıklamaktadır. Elmalılı: “ Hem bu meseller yok mu, biz onları insanlar için darb ediyoruz. Mamafih onlara, âlimlerden başkasının aklı ermez.” şeklinde meallendirmekte ve bu âyetle ilgili olarak: “Allah’ın dışındaki varlıkların fâni ve âciz, binaenaleyh ondan başkasına ibadetin bâtıl olduğunu ilim sahibi olanlar gerçek anlamda zevkini ve faydalarını anlayarak idrak
ederler. Bu ilim, cehâlet farkı neden denirse: “Allah, o semavatı ve arzı (o yüksekleri ve aşağıyı) hak ile yarattı.”Boşuna değil, hikmet-i hakk ile yarattı. Hiç birinin yaratılışı boşuna değil, gelişi güzel de değil. Bir hakk sebebi ve hikmeti iledir. Göğü de öyle yeri
de, yukarısı da aşağısı da, âlimi de cahili de, hepsinin hakkı da, Hâlik’inin hakkı önünde boyun eğmektir.” demektedir.

Bu âyeti Muhammed Esed ise: “İşte Biz insanın önüne bu temsilleri koyuyoruz,
ama onların gerçek anlamını ancak (Bizi) tanıyanlar kavrayabilir” şeklinde
meallendirerek “Allah’ın varlığından haberdar olmak, burada, Kur’ânî kıssaları (ve
dolayısıyla telmihleri, temsilleri de) tam anlamıyla kavramanın bir ön şartı
sayıldığından, bu âyet, Kur’ân’ın, ‘insan idrakini aşan bir hakikat(in varlığın)a inanan,
Allah’a karşı sorumluluk bilincine sahip bütün insanlar için bir rehber’ olduğu ifadesi
ile birlikte okunmalıdır.” demektedir. Muhammed Esed bu yorumuyla âyetlerden
herhangi bir bilim adamının değil ancak iman eden, teslim olan ve genel olarak gerekli her bilgiyi kavramış bir bilim adamının âyetlerden her yönüyle faydalanabileceğini vurgulamaktadır ki en doğru yaklaşımda budur. Çünkü ne fen ve soysal bilimleri en azından temel mantık olarak bilmeden sadece klasik İslâmî bilimleri bilmek, ne de Allah’ı, Kur’ân’ı tanımadan en azından temel anlamda klasik İslâmî bilimleri bilmeden doğru bir Allah, din, insan ve toplum tasavvuru ortaya koyabilmek mümkün değildir.” (1)
Daha önceki yazılarımda da bahsettiğim bu konuyu burada yinelemek zorundayım. Aklın yerine dair tespitleri ve işaret edilen ayetleri hatırlayalım.

-“Onların kalpleri vardır kalpleri ile anlamazlar,(idrak edemezler) onların gözleri vardır gözleri ile göremezler ve onların kulakları vardır kulakları ile duyamazlar. Onlar hayvanlar gibidirler; aksine onlar daha sapıktırlar. Onlar gafillerin ta kendileridir.”
A’raf: 179

-“Onların kalpleri vardır kalpleri ile aklederler.”
Hac: 46
-“ALLAH bilmeyenlerin kalplerini işte böyle mühürler.”
Rum: 59
-“Kur’an’ı düşünmüyorlar mı? Yoksa kalpleri üzerinde kilitleri mi var?”
MUHAMMED: 24
-“Şüphesiz ki bunda kalbi olan kimse için elbette öğüt vardır.”
Kaf: 37

Yukarıdaki ayetlerde özellikle dikkatinizi çekmek isterim ki, düşünme yeri için işaret edilen hep kalptir, beyin değil!

“Kelamcılar aklın taksimi konusunda genel olarak uzlaşmışlardır. Mûtezile, Şia ve Ehl-i Sünnetin çoğunluğuna göre akıl ikiye ayrılır:
1. Garazî Akıl: Her insanda doğuştan var olan ve insanın diğer canlılardan ayrılmasını sağlayan asıl akıldır. Bu aynı zamanda deney ve düşünme yoluyla elde edilen bilgilerin de esasını teşkil eder. Maturîdiyye ve Mûtezile’ye göre insanın Allah’ın varlığını bilip tasdik etmekle yükümlü olmasının temel dayanağı da bu akıldır. Bu tür aklın basit bir zekâdan peygamberlerin akıllarına kadar varan birçok derecesi vardır.

Buna Allah vergisi olduğu için mevhub, matbû, kuvve-i kudsiyye adları da verilir.

2. Mükteseb Akıl: Garazî aklın kullanılmasıyla kazanılan akıldır. Sezgi, deney, düşünme ve öğrenim yoluyla oluşan bu tür akla mesmû, müstefât ve tecrübî akıl, adı da verilir. Mükteseb aklın gelişmesinde zekâ yanında sezgi, deney ve öğrenim büyük rol oynadığı için bu nevi aklın verdiği hükümler farklıdır. İnsanlar arasındaki farklı düşünceler de çoğunlukla bu noktada toplanır.
İslâm âlimleri, Allah’a karşı sorumluluğun temel şartının akıl olduğunu, her insanın sahip olduğu matbu‘ aklı mükteseb hale getirerek, varlıkları ve ilimleri anlayıp sınıflandırabileceğini ve kalbte bulunan bu yetenek sayesinde kendisini yanlış davranışlardan koruyabileceğini ifade etmişlerdir. (1)

Böylelikle kaynaklara göre yapılabileceğim en iyi Tasavvuf ilmi tanımını vermek istiyorum. Tasavvuf; Allahü Tealanın Kuran ile emrettiği İslam ahlakına bezenebilmek için kalp ve nefsin iyi hallerini bilip bunlara yakın olmayı, kötü hallerinden de sakınmayı hedefleyen birnevi gönül terbiyesidir.

Kanaatimce tasavvuf; akletmeyi ( ayetlerle de bildirildiği gibi ) aklın yeri olan kalp ile yapmayı öğretir. İşte bu ilmi, özellikle de Arapça bilmeyen müslümanlarca aranılan ve istenilen bir yol kılan gerçek sebep budur! Çünkü İslam ile olan bağlarını öncelikle kalbi bir huzur ve kurtuluş ile yani duygusal olarak kurarlar.

Tasavvufun amacı, insanoğlunu ıslahtır. İnsanı tanımlarken, meydana geldiği maddi ve manevi vücudu işaret eder. Maddi vücut görünen beden iken, manevi vücut ise gözle görülmez.

Kur'an-ı kerimde ve hadis-i şeriflerde, hatta birçok âlimin eserlerinde bahsi geçen, Kalb, Ruh, Akıl, Nefs gibi unsurlar manevi vücudun azalarıdır. Tasavvuf bu azalarımızın hastalıkları ile uğraşır. Manen huzurlu ve sıhhatli olmanın yollarını gösterir. Bu azaları eğiterek, olgunlaştırarak, kemal derecesine ulaşmak hedeflenir. Bu noktaya ulaşan kimseye insan-ı kâmil denir.

Yukarıda bahsettiğim gibi; İslam’ı tasavvuf ile yaşayışı reddeden, Kur'an-ı kerim merkezli bir yaşam için oluşturulan grupların ortaya koydukları eylem enteresandır ki, reddettikleri usule benzeyebiliyor. Şeyh, mürit, tarikat oluşumlarına tamamen bir karşı duruştur,onlarınki…Fakat butür grupların başındaki kişiler adı koyulmasa da şeyh ve diğerleri de müridlik silsilesine dönüşebiliyor. Nitekim şimdi adı facegrubu olan bu birliktelikler, geçmişte olsa idi bir tarikat olarak adlandırılmaz mıydı? Başındaki kişi şeyh, etrafında toplananlar da mürid olmaz mıydı? Sadece buradan dahi hertür ilmin ve yaşayış biçiminin insanlar tarafından amacının dışına çıkarılabileceğini ortaya koyabiliriz. Bakınız bu kelimelerin sözlük anlamları şöyle :
Tarikat, Allah’a ulaşma ve onu tanıma yollarından her biri.
Şeyh, kendisine bağlanan insanları tarikat kuralları içinde eğiten kişi
Mürid ; yola giren kimseler.

Tasavvuf tarihine bakarsanız, ilk mutasavvıflar da kendilerine zaten isim vermemişlerdir. Tasavvuf ismi de sonradan dolaylı yollardan ve dışarıdan ilgili kişilerce bir nevi araştırmacılar tarafından konulmuştur, diyebiliriz. “Bu eğitim ve öğretim kurumuna "tasavvuf" ismi verildiğinde bu kelime kirli değildi. Bu hususu Kuşeyrî (v. 465/1072) Risâle'sinde şöyle ifade ediyor: "Resulullah'dan (s.a.) sonra Müslümanların ileri gelenleri, O'nunla beraber olmaktan daha büyük bir meziyet bulunmadığı için bunu ifade eden "suhbet" kelimesinden başka bir isim almadılar ve onlara "sahabe" denildi. Onlardan sonra gelen iki nesil de onlarla beraber olmayı büyük şeref bildikleri için "tâbîler" ve "tâbîlere tâbîler" diye anıldılar. Sonra insanlar arasındaki fark açılmaya, dereceler zıtlaşmaya başladığında dine titizlikle sarılanlara zâhidler (zühhâd) ve âbidler (ubbâd) denildi. Daha sonra bidatler ortaya çıktı, her bir grup (fırka) zahidlerin kendilerinde bulunduğunu iddia eder oldular, ehl-i Sünnet içinden her nefeslerinde Allah ile olmaya riayet eden, kalplerine gafletin yol bulmasını engellemeye çalışanlara tasavvuf ismi tahsis edildi, hicretin ikinci yüzyılından önce bunlar, bu isimle meşhur oldular" (s.7). Bu ifadelerden açıkça anlaşılacağı üzere "tasavvuf" ve "mutasavvıf" isimleri başlangıçta ehl-i Sünnet'in iyi derecede dindar olanlarına verilmiştir. Sahâbe ve tâbiûn isimleri nasıl kirli değil ise -o dönemde- tasavvuf ismi de kirli değildir.” (2)

Kuran merkezli bir İslam diyenlerin; Arapça bilmeyenlerin bir bilene sorma ve danışma yolunu tıkadıklarının, arayış içindeki sorgularını boğduklarının çok da farkında olmadıklarını düşünüyorum. Hâlbuki yoktan var eden Yüce Allah’a inanmakla başlıyor teslimiyet, istese inananları kimseyle istişareye muhtaç kılmayacak şekilde de gönderebilirdi dini! Demem o ki; bu kadar çok çeşit dil farklılığı olmayabilirdi.

Müslüman dünyasında tasavvuf bahsettiğim karşı gruplar tarafından sapıklık ilan edilmekte, çok ağır eleştiriler getirilmektedir. Hallacı Mansur, Beyazıd-i Bistami, Sühreverdi ve İbni Arabi, Mevlana, Şems-i Tebrizi, Yunus Emre hatta daha yakın tarihteki birçok Sufi örneğin Muhammet İkbal, Saidi Nursi ve daha niceleri şirke düşmüş kabul edilmektedir.

Bir tasavvuf düşmanı kabul edilen Ercümend Özkan, Tasavvuf ve İslam adlı kitabında;

“Tasavvuf ilimlerinin bu kısmının — ki ben bunu "Eğitim ve Yaşayış İlmi" diye adlandırmaktayım — îslâmın özünden ve kendisinden olduğunda hiç¬bir şüphe yoktur. Mutasavvıfların nefisleri tedavi etmek ve onun hastalıkla¬rına uygun ilâçlar vermek açısından başka eğitimcilerin varamadıkları bir noktaya vardıklarında da şüphe yoktur. Onların bu usulle Allah'ın farizala¬rının yerine getirilmesi, yasaklarından kaçınılması, insanların bunlara yönel¬tilmesi bakımından insanlara çok yararlı oldukları da şüphesizdir. Her ne kadar bu çağrıların yaşadığı dönemlerde, konuşmamak, açlık çekmek, uy¬kusuz kalmak, İnsanlardan uzak durmak gibi konularda bir takım aşırılık¬lar görülmüş ise de bu böyledir... Aslında bunların her birisinin dinde bir temeli vardır. Meselâ, konuşmamın dayanağı boş şeylerden yüz çevirmek¬tir. Açlık çekmenin esası oruç tutmaktır. Uykusuz kalmanın esası gece na¬mazı kılmaktır. İnsanlardan uzak durmanın temeli, nefsi sıkıntılardan uzak tutmak ve ona gereken özeni göstermenin gerekliliğidir... Eğer uygulama Şârî-nin çizdiği bu sınırların içerisinde duracak ve bunları aşamayacak olsaydı, elbette ki bunun faydası çok büyük olurdu.

Tasavvuf ve tarikatların pekçok yerde İslâmın yayılmasında ve o uzak bölgelere ulaşmasında oldukça büyük etken olduklarında şüphe yoktur. Ve eğer tasavvuf olmasıydı bu gibi yerlere İslâm Daveti gerçekten ulaşmayacaktı. Nitekim Afrika', çöllerinde ve içlerinde olan ve olmaya devam eden budur. Asya kıtasının pek çok bölgesinde de aynı durum sözkonusudur.
Eğitim ve yaşayış ile-ilgili olarak tasavvuf kuralları uygulamanın ruhları ve kalpleri büyük ölçüde etkileyebilecek güçte olduğu şüphesizdir...” gibi kabulleri olsa da;

“Tarih içinde her ne kadar kimi kimseler (Allah mağfiret etsin) çıkmışlar ve tasavvuf ile ilgili bir takım hususlara değinmiş iseler de bu değinilenlerin temelden olmadığı, gerçeğin tümünü kapsamadığı kanısındayız. Bu sebeple de sonuç olarak tasavvuf yine bildiğini okumuş ve Allah`ın dininin yerine geçerek, dış görüntüsü itibarı ile ona vekalet ediyor, onu temsil ediyor görüne gelmiştir. Bu manzaranın adına ise geliniz "Batılın, Hakk kılığında; kurdun kuzu kılığında görünmesi" diyelim. Bu deyimde hiç bir mübalağa görmüyor, belki deyimimizi, amacımızı ifadeden aciz bile buluyoruz. Tasavvufun, Hakk kılığında gezen en büyük batıl olduğu kanısındayız ki bu hali ile Allah`ın kullarını rahat ve kolayca saptırabilmektedir. Şirk ehlinin İslam`dan öcünü tasavvufla aldığı kanaatindeyiz. Zira tasavvufun verdiği zararı Tevhide başka hiç bir küfür, hiç bir batıl verememiştir.” diyebilecek kadar ileri gitmiştir. (3)

Müslümanlar dünyasında tasavvufu böyle ifade etmek için dayandıkları temeller ve nedenleri nelerdir?

Devam Edecek…

1-      http://library.cu.edu.tr/tezler/6207.pdf

Çukurova Üniversitesi\Sosyal Bilimler Enstitüsü Temel İslâm Bilimleri Anabilim Dalı

Akıl İle İlgili Hadislerin Tespit Ve Tenkidi\Sami Kilinçli

2-      http://www.hayrettinkaraman.net/yazi/laikduzen/2/0080.htm,

http://kitaplar.ankara.edu.tr/dosyalar/pdf/742.pdf sayfa 11.

Ankara Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi, Tasavvuf Tarihi, Doç.Dr. Hayrani Altıntaş

3-      İslam ve Tasavvuf. Ercüment Özkan

Etiketler : , , , , ,

Bu Yazıyı Yazdır Bu Yazıyı Yazdır

7 Kere Cevaplanmış to “Tasavvufun Boynundaki Sapıklık Urbanı-I”

  1. 1
    osman TEMİZBAŞ Says:

    güzel olmuş...yorum daha sonra .yüreğinize sağlık.

  2. 2
    turan Yoldaş Says:

    Çok güzel ,doyurucu ve isabetli bir makale okudum...

    yazarını kutlar devamı dileirim...

    Zaten ,Kuranı anlamanın binbir halinden biri de tasavvufi bakış açısıdır...matematik,fizik,kimya biyoloji,felsefe tıp gibi...

    Ancak bunları (tasavvufi bakış açısnı) bir "mutlak kurallar saymadan" Kurani içsel yolculuğuna doğru akışı hiç bir şekilde durdurmadan ve her yorumcuya kıymet vermek gerektiğine inanıyıorum...

    Bir düşünce "derneği "ne dönüşmeyen her bakış açısı pencerden eve giren bir ışık hüzmesidir..öyle algılayan gözlere nur olsun

    Ayşe hanıma başarılı ve bereketli düşünceler dilerim.

  3. 3
    Zekiye ŞEN Says:

    Yeni yazınızı bende çok beğendim.düşündürücü.İnsanı yaratıcısına yönlendirecek gönül hocasının olması çok güzel ve ihtiyaç olduğunu düşünüyorum.Hayatımda hep olmasını istedim lakin birtürlü nasip olmadı.Bu konuda acızane fikrim.öncelik halkalarının sırasını şaşması (Kuranı Kerim ,peygamber efendimizin yaşam tarzı ,hadisi şerifler ve bize Kuranı,hadisleri daha iyi anlamamızı sağlayacak bilir kişiler ,tarikat hocaları gönül hocalarımız)işte bu halka tam tersine dönüyor ve Allah sevgisinin peygamber sevgisinini önüne geçip siyası parti gibi senin tarikatın benim tarikatım olgusuna düşüyorsa.......bende sorgulamalar başlıyor....

  4. 4
    Berk Says:

    "endülüs zamanına özlem duyan bir düşünür olarak " 😉

    sözünüze istinaden linkteki kitabı muhakkak okumanızı öneririm.

    http://www.kitapyurdu.com/kitap/default.asp?id=67433

    saygılar.

  5. 5
    sedat Says:

    Konunun zor bir konu olduğu muhakkak. Zor konuları analiz etmek te ciddi araştırmalar ister. Kapsamlı bir araştırmanın analiz safhasında buldum kendimi. Ayrıca lisanın d zenginliğini yetid etmek isterim. Konu pek çok mülümanı ilgilendirse de anlaşılması açısından alt yapısı olanlarca takip edilebilir görüyorum. Konu makale boyutundan çok sizin de izlediğiniz gibi dizi yazı şeklinde ele alınabilir. Dahası kitaplaşmasını da bekleyebiliriz. Konunun genişliği nedeniyle paket paket bölümlere ayırmak ve öncesi ile sonrası arasındaki ilişkileri okuyucuya hatırlatmak yararlı olur kanaatindeyim.
    Bu şekilde sizler gibi kardeşlerimizin olması kıvanç verici.. Allah ilim yolunda yürüyüşünüzü daim kılsın..

  6. 6
    Said Says:

    Öncelikle yazıyı çok faydalı bulduğumu ifade etmeliyim. Fakat netice muallakta kalmış. Umarım bundan sonraki yazılarınızda eksik olan kısımları tamamlarsınız. Böylece konu tam anlamıyla açıklığa kavuşmuş olur. Ben de bu konudaki düşüncelerimi ifade etmek istiyorum. Şöyleki;
    "Hikmetsiz ilim, ilim değildir." Sorunların temelinde hikmetsiz" ilim" ya da kelamcıların ilimle eş onlamlı olarak gördükleri hikmetsiz" akıl" yatmaktadır. Hikmet ise; salt ve görünür alemde herkesin vakıf olamadığı sırlara akıl melekesini, yaratılış gayesine uygun bir surette ele alarak harmanlayan kamil bir düşünce ve onun hayata geçirildiği ameli bir tutumdur. Kuran'ın tabiriyle Lokman'a hikmet verilmesi de bu sırra nail oluşu ile ilegilidir. "Hikmetsiz" bir şekilde ilimde terakki ediyor görünen insanlara da Kuran; "ilim yüklü merkepler" tabirini kullanmaktadır.
    Günümüzde herkes görüşünün haklılığını ortaya koyabilmek için, tabiri caiz ise bel altı vuruşlardan kaçınmamakta ve fikirsel olarak galip gelmeyi İslam'a hizmetten öncelikli görmektedir. Bundan dolayı tasavvufa karşı çıkanlar, haktan sapmalarını delillendirebildikleri ve bidatlerle donanmış tasavvufi hareketleri ön plana çıkarmak sureti ile tasavvufa savaş açmaktadır. Aynı tarzda tasavvuf ehli de, ameli noktada eksikliği sünnetten kopma noktasına gelen insanları nazara vererek bu saldırılara karşı "en iyi savunma saldırıdır" mantığı ile karşılık vererek haklılıklarını ispat etmeye çalışmaktadırlar.
    Ben her iki durumun dayanlış bir davranış metodu olduğunu düşünüyorum. Çünkü "batılı tasvir, safi zihinleri idlaldir." Binaenaleyh kurtuluşun yegane çaresi ne tasavvufa girme,k ne de karşı çıkmaktır. Kurtuluş, Kur'an ve sünnete ittiba etmektedir. Sünnetin kudsi dairesindeki zikir, evrad, edep ve ahlaki tutumlar tasavvufun temelini oluşturmakta, bu hayat felsefesini yaşamlarına tatbik edenler ise mutasavvuf olarak adalandırılmaktadır. Sünnetin hayat felsefesi şekline gelen bu yaşam tarzına hangi vicdan sahibi karşı çıkabilir?
    Yine tasavvufu anlaymamaktan kaynaklanan ön yargılarla tasavvufa düşmanlık besleme noktasında kendini konumlandıran insanların, Kuran'ı anlama ve yaşama oktasındaki sa'y ve gayretlerini; İslam'ı yeryüzündeki fitne, fesat vi bidatleri ortadan kaldırmak için gecesini gündüzüne katarak tebliğ eden ve bu uğurda çektikleri eza ve cafaya aldırmadan küfürle mücadele ve mücahede eden Müslümanların davasına kim ititraz edebilir?
    Demek sorunun kaynağı Kuran ve Sünnetten uzaklaşmaktan kaynaklanıyor. Yoksa vahyin kaynağında her insanın Allah'ı anlamak ve İslam'ı yaşaması için çok doneler mevcut. "Müminlerin kardeş olduğu" ve "Müslümanların bir bedenin uzuvları" olarak tanımlandığı vahiy anlayışı bizim düsrurumuz olmalı. Fasıllarda her türlü tartışmalar yapılabilir ama fasıllardaki münakaşalar için asıldan uzaklaşmak çok tehlikeli bir yaklaşım...

  7. 7
    levent özcan Says:

    Tasavvuf ise, insanı rûha yöneltir. Rûha, ferdî istîdâda uygun bir tatmin yolu açar. Hakîkaten dinin, insan rûhunu tatmîn eden mânevî cephesi ortadan kaldırıldığında o, sırf fayda üzerine kurulu beşerî sistemler derekesine indirilmiş olur.
    Tasavvuf, hakîkatte insan ilmidir. Âlemden sıyrılarak kendi rûhunda derinleşen insan, hikmet ve hakîkatler sarayının kapısına ulaşır. Kur’ân-ı Kerîm’i anlayan ve onu gerçek îmânın yolu olarak yaşayanlar, hakîkî mutasavvıflardır.
    Mutasavvıf, içinde bulunduğu toplumun dînî yaşayışından kendini Allâh’a karşı mes’ul hisseden insandır.

    Hak dostlarından Necmeddîn-i Kübrâ Hazretleri, talebeleriyle birlikte sâlih bir zâtın cenâzesine iştirâk eder. Mevtâya telkinde bulunulduğu sırada Necmeddin-i Kübrâ Hazretleri, tebessüm eder. Talebeleri, hocalarının böyle bir anda tebessüm etmesine hayret edip bunun hikmetini sorarlar. Hazret açıklamak istemez. Fakat ısrâr edilince şöyle der:

    “– Telkin veren kimsenin kalbi gâfil; mezara giren mevtânın kalbi ise dipdiri. Gâfil birinin kalben diri olana telkin vermesine taaccüp ettim.”

    İşte ilim adına tasavvufu red ve inkâra kalkanların hâli de bir bakıma ölünün diriye telkin vermesi kadar şaşılacak bir durumdur. Zîrâ dînî hayatın canlı tutulmasında, gelecek nesillere intikâlinde, halkın irşâdında ve İslâm’ın tebliğinde târih boyunca ehl-i tasavvufun hizmet ve gayretlerindeki muvaffakıyet gözler önündedir.

    *** Nitekim geçen asrın önde gelen İslâm âlimlerinden Muhammed Hamidullâh bu gerçeği şöyle ifâde eder:***

    “Benim yetişme tarzım akılcıdır. Hukûkî çalışma ve incelemeler bana, inandırıcı bir şekilde târif ve ispat edilemeyen her şeyi reddettirmiştir. Muhakkak ki ben, namaz, oruç vs. gibi İslâmî vazifelerimi tasavvufî sebeplerle değil, hukûkî sebeplerle îfâ ediyorum. Kendi kendime diyorum ki:

    «Allâh benim Rabbimdir. Sâhibimdir. O bana bunları yapmayı emretmiştir. O hâlde yapmalıyım. Bundan başka, hak ve vazîfe birbirine bağlıdır. Allâh bunları ben istifâde edeyim diye bana emretmiştir; şu hâlde ben ona şükretmekle vazîfeliyim.»

    Batı toplumunda, Paris gibi bir muhitte yaşamaya başladığım zamandan beri hayretle görmekteyim ki, Hristiyanların İslâmiyet’i kabulü; onları İslâm’ı kabule sevk eden, fıkıh ve kelâm âlimlerinin görüşleri değil, İbn-i Arabî ve Mevlânâ gibi sûfîlerdir. Bu konuda benim de şahsî müşâhedelerim olmuştur.

    İslâmî bir konuda benden bir îzah istendiği zaman, benim verdiğim aklî delillere dayanan cevap, soranı tatmîn etmiyordu; fakat tasavvufî îzah meyvesini vermekte gecikmiyordu. Bu konuda tesir gücümü gittikçe kaybettim.
    Şimdi inanıyorum ki, Hülâgu’nun yakıp yıkan istîlâlarından sonra Gazan Han zamanında olduğu gibi, bugün de en azından Avrupa ve Afrika’da İslâm’a hizmet edecek olan, ne kılıç ne de akıldır; fakat kalb, yâni tasavvuftur.

    Teşekkür ediyorum Ayşe hanım güzel yazınız için.



2007-2012 Bilgi Agi / Turkiye nin Interaktif Kose Yazari Gazetesi

Designed By Online Groups
ÇÖZÜM ORTAKLARIMIZ

bizajans, kent akademisi, sunubank