content

yazarportal-com-bilgiagi-net-tasviriefkar-com

20 Oca

Son Turnalar’ın Yazarı Necdet Ekici Öğretmene Mektup

Kıymetli Öğretmenim.

Biliyorum siz beni tanıyorsunuz, sayısı binleri aşan öğrencilerinizden biriyim. Belki en tembeli, belki en haytası ya da tam tersi olanlardanım. Ben sizi tanıyorum. Siz Hasan Kartari, Mahmut Ünlü, Neşe Tanattı, Ali İşçen, Necdet Ekici, Osman Çeviksoy, Hüseyin Özbay, Ali Akbaş, Ataman Kalebozan’ Elif Tozo’ sunuz.

Mavi göklerden süzülen Son Turnalar’ ın kanadında dağıttığınız selamlardan biride benim avuçlarıma düştü. Üstelik sadece selam değil Şeker, kaymak, bal, birde hüzün düştü.

Ben ki, ta Kafkaslardan gelen bir göçmen kuşum. Sizin Kahramanmaraş’ tan Son Turnalar’ la bana gönderdiğiniz selama bin selam olsun.

Belki de şu an size neden mektup yazdığımı merak ediyorsunuz. Haklısınız az kelimelerle anlatmaya gayret edeyim. Boşlukta savrulan bir su zerresiyken birden okyanusların en güzeline düşüverdim. Öyle bir okyanus ki öğretmenim, içinde insan gönlünün dolduğu, kalemin kıymet bulduğu, her bir fikrin cevher olduğu, sözle yazının muhabbetinin fark edildiği bir umman. Bu kıymetler arasında bazen söz söyleme haddine sahip olmadığımı düşünüyorum. Birçok fikir sahibi olsam da karşımda öğretmenlerim olduğu sürece ne heyecanımı yenebileceğim, ne de önlerinde söz söyleme hakkını kendimde bulacağım. Bundan dolayıdır ki size mektup yazmaya karar verdim. Bu kararımda ki yegâne sebep aslında Son Turnaların bende olanları, benim anlatmaya gücümün yetmediği, söylemeyi beceremediğim sözlerimi söylemiş olmasıdır.

Yeni bir kitabı okumaya başlamak, yeni bir dünyaya gitmek, yabancı bir insanla baş başa kalmak, bilmediğim bir diyara tek başıma yol almak gibi gelir bana. Çekinen, utanan bir duygu kaplar içimi. Elime aldığımda evirir çevirir sonrada açarım kapağını. İlk sayfasının ilk satırıyla tanış olurum gülümseyen yüzümle. Merhaba yeni dost diyesim gelir dilimin ucuna. Biliyorum ki sayfalar bitse de o hep benim aklımda, yüreğimde, hayatımın bir yerlerinde kalacak beni hiç terk etmeyecek.

Doğrumu yapıyorum bilmiyorum öğretmenim, çoğu zaman kitabımı bitirdikten sonra yazarını inceliyorum. İçten içe ön yargıdan korkuyorum. Sürekli okuyan yazan bir babanın ve binlerce kitabın olduğu bir evde büyüdüğümden midir yoksa? kitabın da bir ruhu, bir şahsiyeti, bir onuru olduğunu düşünürüm. Her üst üste dizilen sayfaların da kitap olmadığını biliyorum. Bu dediklerim gerçek kitaplar içindir öğretmenim. Onlara arkası dönük oturmaktan hayâ ediyorum. Kendilerince kokuları ve de canları olduğuna inanırım. Yoksa kâinatı içlerine nasıl sığdırırlar.

Son turnaları elime aldığımda kapakta ki renklerin sıcaklığı gönül hanemi hoş etti. Başımı kaldırıp gökyüzüne bakmak geçti içimden. Ama nerede o turna zamanı! Ankara’nın asık yüzü bakışıma aldırmadı bile. Güneş ise fitili sönmüş gaz lambası gibi isli gökyüzünde kaybolmuş çoktan. Varsın olsun bu karakışta bir kitabın yüzü sıcacık gülümsüyorsa her mevsim turna zamanı olur bence.

Bir türlü konuya giremiyorum öğretmenim. Beceriksizin tekiyim işte. Üstelik bu mektubu öğretmenime yazıyorum düşündükçe kelimeler iyice dilimde dolam dolam oluyor. Öğretmen deyince babamın altmış sekiz yıl boyunca saygıyla yâd ettiği öğretmeni Hasan Kartari gelir aklıma. Ben onu görmedim, aklım erdiğinde bu dünyadan göçüp gitmişti. Ama gerek adıyla, gerekse yaptıklarıyla hep aramızda yaşadı. Bakın yine bizimle şu an. Ne zaman hakiki bir öğretmen görsem gözlerim dolar, gönlüm çağlar. Bilirim ki bir çocuğu bir insan yapacak. Ve hiç unutulmayacak, ya birinin sazının telinden ya da bir kitabın kapağından bize selam verecek. İşte bakın okumayı, yazmayı öğrettiği okuryazarlara bir kitabın kapağından bir öğretmen gülümsüyor.

“DİLİ YOK KALBİMİN.” adlı hikâyenizde dediğiniz gibi; “Kalbimde bir gül yağmuru var.” şimdi. Ne kadar güzel yol gösteriyor yol sorana. Yazdığınız her kelimeye, he hikâyeye binlerce gül yağdırmak istiyorum. Sevdanın kızaran yüzü bu hikâyede ne güzel utanmış öğretmenim.

Gül şafağını gezerken, beni aldınız yedi yaşımdaki zamana götürdünüz. Benimde bir dedem vardı Kore gazisi. Bir ayağı topaldı. Oralarda savaşırken vurulmuş. O gün bu gün adına Topal Kadım demişler. Başında karakalpağı, eski, buruşuk, kolları yıkamaktan kısalmış ceketinin sol yakasında kırmızı kurdeleli sarı madalyası vardı. Nereye gitse en başta, en önde olurdu. Ben gaziyim der gururlanırdı. İşte; “GÜL ŞAFAĞI” n da anladım o madalyanın ne büyük manalar taşıdığını. Sahi siz o Kore Gazisi Kadim dedemi ne zaman gördünüz? Ona da madalyasını alması için köyümüzün öğretmeni yardım etmiş. Beni ağlattınız öğretmenim.

Söylemeyi unuttum, ben Karslıyım öğretmenim. Kars’ın epey uzağındaki bir köyden… Bizim yolumuz da uzun, ince. Hele birde kar yağdı mı görünürde ne yol kalıyor ne de iz. Neyse ki uçurumlarımız yok. Dümdüz bir arazi üzerindeyiz. Bizim oralara neredeyse hiç yaz gelmez. Annem anlatır, eskiden o yolu kış günlerinde yürüyerek giderlermiş ilçeye. Hem de bir şişe gaz yağı, bir lamba şişesi, bir kutu aspirin için şafakta yola çıkar, akşamın karanlığında geri dönerlermiş. Bir keresinde babam o yolda tipiye tutulmuş. Öyle bir boğanak varmış ki göz gözü görmüyormuş. Tipinin uğultusu, savrulan karların görmeyi engellemesi, ayazın ölümcül soğuğu içinde zar zor kendisini yola yakın bir köye atmış. Gözlerini açtığında derin bir karanlık, yanık acısı gibi bir sızı içinde inlemiş. Karda kamaşan gözleri birkaç saat görmez olmuş. Donan ayaklarını ise karla ovalamış cana getirmişler. Sırtında evladını taşıyan ananın yürüdüğü o uzun ince yol var ya öğretmenim, işte o yolda bende yürüdüm. Çilesi çok, zahmeti bol zamanlara götürdünüz beni. Ben o vakit babamı çok özledim öğretmenim.

Küçüklüğümde köyde hasta olmuşum. Babam da o sıralar Ankara’daymış. Doktora götürende yok, gereğini düşünende. Ateş içinde yanıyormuşum. Hemen Aynişan Bibiyi çağırmışlar. Aynişan Bibi köyümüzün doktoru, mühendisi, hâkimi, yol göstereni, hocası, polisi, askeri, veterineri, ebesiymiş. Çok akıllıymış her şeyi bilirmiş. Bende iki yaşında tahta beşikte ağlayıp duruyormuşum. Elini alnıma koymuş. “Derhal leylek gübresi ve külfe böcüyü bulun getirin.” diye emir vermiş. Çare olsun diye herkes bir taraftan koşuşturmuş. Köy meydanındaki leylek yuvasından gübre, tandır damından külfe böcüyü bulup getirmişler. Büyük kimyacı büyük eczacı Aynişan Bibi hemen ikisi bir havanda dövmüş birazda taze süt eklemiş ve benim boğazından aşağı gönderi vermiş. Gülmeyin öğretmenim vallahi öyle yapmış. Ateşim çıkınca annem hala laf atar; “Buralarda da külfe böcüyü bulunmaz ki” der. Neyse ki ertesi gün babam yetişmiş. Almış beni Doktor Budak Demiral’ a götürmüş. Şimdilik buralardayım şükür. “Neden.” diye anneme sorunca; “O zamanlar öyleydi.” diyor. Gülüşüyoruz. Kızamık olsam belki de can suyu bulurlardı. Sizinki “CAN SUYU” bizimki gübreli böcük suyu. Ne çok benzermişiz öğretmenim.

Bizim güneşimiz çok geç uyanır öğretmenim. Köyün orta yerindeki evimizin bahçesi beş dönüm kadardı. O zamanlar kalabalık bir aileydik. Çalışanlarla beraber yirmi beş kişiyi bulurdu külfetimiz. O kadar kalabalığın ve işin gücün arasında birde babamın ağaçları bostanı birde ramkaları olurdu. Bir tarafa patates, soğan, kişniş, pancar, fasulye bir tarafa da kır çiçekleri haricinde çiçekler ekerdi. Onların tohumlarını ta Almanyalardan getirirdi. Bahçenin dört tarafına da ikişer sıra halinde ağaç ekmişti. Bizim orada meyve ağaçları yetişmiyor öğretmenim, onun için hep söğüt ve çam ekerdi, daha dayanıklı olurmuş. Söğütlerin çamların arasına da ramkaları yani petekleri dizerdi. Balımız kendimize, komşularımıza ve sevdiklerimize de yeterdi. Babam onlara baktıkça bereketleri arttıkça artardı. Peteklerin bulunduğu alanı küçük kapı koyarak tel örgüyle çevirmişti. Bir keresinde tel örgü kapısı açık kalmış. O zamanlar dört yaşında olan kardeşim kapıdan girerek arıların ramkasını tekmeleye başlamış. Tekmeledikçe ne kadar arı varsa kardeşimi sarmış. Nasıl oldu bilmiyorum durumu ben fark ettim, koşarak evdekilere haber ettim. Kız ölecek diye babaannem dizlerini döve döve ağlayarak ebeyle öğretmene habere koştu. Bir telaş ki olsa o kadar. Neyse ki kardeşimi arılardan temizlediler. Her tarafı şişmiş ve bayılmıştı. Sonra aldı Kars’ a doktora götürdüler.

Babam durumu öğrendiğinde çok üzüldü. Telef olan arılara üzülse de, kalanları başka yere taşıdı. Bir daha da bizim ne ramkalar dolusu balımız oldu, nede çiçekler üstünde vızıldayan arılarımız. Onların yerini de boş koymayarak yeni ağaçlar yeni bostanlar ekti.

Şimdilerde geç uyanan güneş yeniden uyudu. Ne bostan var ne ağaçlar. Sadece ben doğduğumda diktiği söğüdün dalları tipide sallanıp duruyor. İyice yaşlanmış Şimdi elli iki yaşında öğretmenim.

Bu şahmeran nasıl bir yaratıksa öğretmenim her yerde var. Bizim oralarda da varmış. Gören eden olmamış ama patiska kırlentlerin kalevice işlemelerinde, duvara asılı etamin panoda, elbise örtülerinde hep onun resmi var. Kara saçlı, karakaşlı, kara gözlü, pembe yanaklı, al dudaklı. Beyaz kuğu boynu altın kolyeli… Boynundan yukarısı güzeller güzeli bir kız. Ha birde başında sarı tacı var. Görün ki aşağısı ürkütüyor. Yan yana dizili dört ayağı, Yılan başlı uzun kuyruğu dim dik.

Bir keresinde Çınar Ablama dedim ki boynundan aşağısını işleme, öylece yarım kalsın, bakınca korkuyorum. Kızdı bana. Neymiş eksik işlenirse gece yatağımıza gelir çatallı diliyle bizi sokar zehirlermiş. Hem de öyle bir zehirmiş ki hiçbir yerde çaresi yokmuş. Aklım erene kadar o resimlere bakmaya hep korkardım. Çeyizime de hiç şahmeran işlemedim öğretmenim.

Çınar Ablam öz ablam değil öğretmenim. Büyük amcamın büyük kızı… Şimdilerde yetmişe yakın yaşı var. Uzun kış gecelerinde onların eve gittiğimde Büyük Amcamın eski hikâyelerini dinlemeyi pek çok severdim. Sekinin orta yerinde oturur sırtını halı mindere dayardı. Bizde dizlerinin dibine dizilir lezzetle anlattığı hikâyeleri dinlerdik. Doksa üç harbinde nasıl geldiklerini dedemden dinlemiş onları bize aktarırdı. Sonrada yaşadığı zamanlara gelirdi. 1920 doğumluydu büyük amcam 2014 de kaybettik. Hayatının zor zamanları içinde en çok haksız yere yattığı hapis onu incitirdi. O zamanlar Kars’ da hatırı sayılır marangozmuş. Yeni yazıyı bilmediğinden bütün yazı işlerini eski yazıyla yazarmış. Güzel şiirlerde yazarmış, bazı şiirlerini de tahta üzerine oyama yaparmış. Kuran’ ı Kerimi de iyi okurmuş okumasına ama yasak olduğundan saklı saklı okurmuş.

Bir gün marangozhanede çalışırken içeriye askerler girmiş. Hakkında şikâyet var kanuna karşı geliyorsun demişler. Ve başlamışlar her yeri karıştırmaya. Buldukları ölçü defterini, sipariş defterini, alacak verecek defterini ve şiir defterini de toplayarak amcamı almış götürmüşler. Şu gün mahkeme, bu gün şahit, niye öyle değil de böyle yazmışsın derken dört yıl sonra ancak aklanabilmiş(!). Yeni yazıyı da içeride yatarken öğrenmiş. O süre içinde çok üzülmüş. Bir türlü anlatamamış derdini. Arapça kuran okuyup, ayet yazmadığına ikna olmuşlar olmasına ama dönüp geldiğinde ne işi kalmış, ne müşterisi ne de demi tezgâhı. Gerisin geri baba ocağı köyüne geri dönmüş. Ne zaman eskilere seyahat etsek, yüzündeki kederi görürdüm. Birkaç yıl önce yine anlatınca; “Amca hala korkuyor musun?” diye sordum. Derin bir iç çekişin ardından mahzunca gözlerime baktı elini kalbinin üstünde yumruk yaparak;” Aha buramda ki o korku gitmedi balam. Canıma kanıma işlemiş bir türlü yenemedim.” dedi öğretmenim.

Size bir mektup yazayım derken ne çok dertlendim, nice geri de kalanlar gelip aynıma serildi. Muhabbeti sözden çıkarıp öz eden karşıdakidir bence. O güzel ifadeleriniz, O zarif cümleleriniz, o kibar halleriniz bu kadar söz söyletti bana. Sizi dinlerken anladım ki sitemin, özlemin ve kırgınlığın da kibarca söylemi varmış.

Gönlümden ne geçiyor biliyor musunuz öğretmenim? Yüzü gülen ama gönlünde hüzün olan alnından inci damlayan bütün öğretmenlerin öpülesi ellerini öpmek…

Mektubuma son verirken diliyorum ki turnalarınızın göç ettiği ve dönüp geldiği her yerden size gönlünüz kadar selam, sevgi, sağlık, huzur gelsin.

Size ve bütün öğretmenlere hürmetlerimle…

Hakkınızı helal edin.

Ülkü TAŞLIOVA/ANKARA

Etiketler : ,

Bu Yazıyı Yazdır Bu Yazıyı Yazdır

Yorumlar Kapatıldı.



2007-2012 Bilgi Agi / Turkiye nin Interaktif Kose Yazari Gazetesi

Designed By Online Groups
ÇÖZÜM ORTAKLARIMIZ

bizajans, kent akademisi, sunubank