content

yazarportal-com-bilgiagi-net-tasviriefkar-com

10 Ara

“O” Fotoğraf…

New York Post gazetesinin manşetinde geçtiğimiz hafta yayınlanan bir fotoğraf, tüm dünya basınında bir ‘etik’ tartışmasına yol açtı... Fotoğrafta, kavgaya tutuştuğu kişinin metro raylarına ittiği bir adamın, hemen karşıdan gelen tren tarafından ezilip ölmeden önceki son anları yer alıyordu...Fotoğrafın yayınlanmasından sonra başlayan tartışmalarda çoğu kişi fotoğrafçıyı suçladı ve adamı kurtarma imkanı varken, fotoğraf çekmesini eleştirdi... (Bu arada bir not düşelim; fotoğrafı çeken kişi profesyonel bir gazeteci değil...) Fotoğrafçı ise ne kadar koşarsa koşsun yetişme olanağı bulunmadığını, trenin çok hızlı geldiğini iddia etti.

Fotoğraf karesiyle başlayan tartışmanın bir başka boyutu daha vardı ki, o da New York Post gibi dünyaca ünlü ve ‘saygın’ bir gazetenin, neden bu kareyi kullandığı hatta tam sayfaya gömerek manşet yaptığı. Her ne kadar gazete haberi “İnsanlık ölmüş...” gibisinden bir başlıkla duyursa da, medya etiği açısından en sert eleştirilerden sıyrılamadı... Bizde buna en yakın örneği, geçtiğimiz aylarda Haber Türk’ün kocası tarafından öldürülen kadının kan-viran içindeki fotoğrafını basması ve ardından da “Kadına şiddete dikkat çektik.” diye savunmasıyla yaşamıştık...

Yaklaşık 13-14 senedir gazetecilik yapıyorum, bunun -eksiği var fazlası yok- 10 senesi muhabirlikle geçti... Çalıştığım gazetelerin ayrı ayrı polis muhabiri, adliye muhabiri, siyaset muhabiri falan çalıştıracak kadrosu yoktu; cinayet haberi peşinde de, kaza haberi peşinde de koştum, fotoğraf çektim. Bir vesikalık fotoğraf elde edebilmek için taziye evine ölenin arkadaşı gibi girdiğim oldu. Sadece ölümün değil, kimi ölümlerin şeklinin, biçiminin de geride kalanları nasıl yıktığına bizzat şahit oldum.

Bu yüzden bu tip tartışmalara denk geldiğimde, olayın detaylarını öğrendikten sonra, önce kendimi ‘o kişilerin yerine’ koyuyorum... Bir, gazete yöneticisinin; “Bu fotoğrafı basmanın, bu haberi girmenin kime, ne kadar faydası var?” İki, olaydan sonra geride kalanların, ölen varsa karısının, çocuklarının, sağ kaldıysa kişinin kendisinin; “Eğer bahse konu benim bir yakınım, aile ferdim olsaydı da aynısını yapar mıydım?” Kendi meslek yaşantımda hep bu kıstası gözettim.

1994 yılında Kevin Carter’in çektiği bir fotoğraf karesi, ona her gazetecinin, her fotoğrafçının hayali olan bir başarı kazandırdı; Pulitzer Ödülü... Aynı zamanda bu fotoğraf, Carter’in en önemli şeyini kaybetmesine neden oldu; yaşamını... Fotoğrafı hemen hatırlayacaksınız, yerde sürünerek ilerlemeye çalışan bir Afrikalı bebek ve onun başında, ölmesini bekleyen akbaba...

Carter araçla giderken bu manzarayla karşılaşır ve hemen fotoğraflar, ardından yoluna devam eder. Fotoğrafın yayınlanmasından üç ay sonra da girdiği depresyon nedeniyle hayatına son verir. Carter’ın ölümünde “bebeği kurtarmak varken neden fotoğrafını çektiği” yönünde gelen acımasız eleştirilerin payı çok büyüktür kuşkusuz...

Bu fotoğraf iki hayata mal oldu, üstelik bir bebeğin son anlarını yansıtıyor. Peki, neden hiç bir gazete yöneticisi bu fotoğrafı bastığı için eleştirilmedi? Sorunun cevabı ‘kamu yararı’ denilen sihirli kelimede gizli... Çünkü o fotoğraf sayesinde, uluslararası örgütlere bağış patlaması yaşandı ve Sudan’a milyonlarca dolarlık yardımlar yapıldı, belki de yüzlerce bebeğin hayatı kurtuldu.

Tekrar metrodaki fotoğrafa gelelim... Üzerinde durulmayan bir detay; ezilen vatandaşı raylara iten kişi, hayatını metro istasyonlarında, parklarda geçiren bir evsiz... Tipik bir Amerikan ‘homeless’i... Amerika’da 50 Milyon kişi yoksulluk sınırının altında yaşıyor, 2005 sayımına göre ise 750 Bin kişinin barınabileceği bir evi yok...

Keşke New York Post’un bastığı bu fotoğraf da, sansasyonel bir reyting-tiraj malzemesi olmaktan ziyade, bütün dünyaya ‘Amerikan Rüyası’ denilen şeyin iç yüzünü gösterme misyonu üstlenebilseydi...

Tam Ayşe Hür’lük bir konu

Geçtiğimiz hafta, Türkiye’de kadınlara seçme ve seçilme hakkının verilmesinin yıldönümüydü... Yine bilindik teraneler ezberden okundu; Atatürk’ün ne büyük, ne demokrat bir lider olduğu, dünyada kadınlar oy kullanamazken onun Türk kadınına bu imkanı ‘bahşettiği’ ballandıra ballandıra anlatıldı...

NTV Tarih dergisini ilk sayısından beri takip eder ve arşivlerim. Derginin tam üç yıl önceki, Aralık 2009 tarihli sayısında “Kadının Adam Yerine Konuluşu” başlığıyla bu konu işlenmişti... Ana kapak konusu Seyit Rıza olduğu için ‘ulusalcı’ CHP’liler ve faşistler okumamış olabilir. Ben özetleyeyim; öyle anlatıldığı, sanıldığı gibi kadına oy hakkını dünyada ilk veren ülkelerden biri değiliz. Tersine, bizden çok çok uzun yıllar önce bu hakkı yurttaşlarına tanıyan, hem de kimi ‘Cumhuriyet’ bile olmayan devletler var. Biz, kronolojik bakımdan, ancak orta sıralarda bir yerlerdeyiz. Tabi ki bizden sonra bu hakkı tanıyan ülkeler de var, hem de şimdi çok gelişmiş durumda olanlar da... Ancak bu gerçeği eğip-büküp kendimize uyarlamamızı meşru kılmıyor.

Üstelik, adı üstünde ‘hak’ olan bir şeyin neden bir lütuf, ihsanmış gibi anlatılıp, buna sevinildiğini de anlayamadım gitti... Özetle, bu aslında tam Ayşe Hür’ün kalemine yakışacak bir konu...

Kaan Göktaş
twitter.com/kaangkts | facebook.com/kaangkts

Etiketler : ,

Bu Yazıyı Yazdır Bu Yazıyı Yazdır

Yorumlar Kapatıldı.



2007-2012 Bilgi Agi / Turkiye nin Interaktif Kose Yazari Gazetesi

Designed By Online Groups
ÇÖZÜM ORTAKLARIMIZ

bizajans, kent akademisi, sunubank