content Mustafa İslamoğlu, 28 Ekim 1960 senesinde Kayseri'nin bir ilçesi olan Develi'de dünyaya geldi. İlk ve orta eğitimini doğduğu ilçede yaptı. Kendisi ilk hocasının babası olduğunu, ilk Arapça ve temel İslami ilimlerini ondan aldığını söyler. Yüksek öğrenimine, ilk önce Kayseri Yüksek İslam Enstitüsü'nde başlamış, akabinde İlahiyat Fakültesi'nde, daha sonra da Kahire, el-Ezher Üniversitesi'nde İslam Hukuku Fakültesi'nde sürdürmüştür. Yazın hayatına edebiyatla başlamış, ilk makalelerini 1980'de Milli Gazete'de, daha sonra 1982-83 yılları arasında Yeni Devir gazetesinde yayınlamıştır. Edebi ürünlerini ise Mavera, Aylık Dergi ve Dergah gibi yayın organlarında yayımlamış ve üniversiteler arası şiir yarışması birincilik ve ikincilik ödülleri almıştır. Mustafa İslamoğlu'nun şiirlerinden oluşan ilk kitabı Heyelan, 1987 yılında Aylık Dergi Yayınları tarafından yayınlandı. 1989 yılında ise İslami hareket önderleriyle yaptığı söyleşiler Öncülerle Konuşmalar adı altında kitaplaştırıldı. Kahire'de eğitim için bulunduğu yıllarda bir yandan İslami araştırmalarda bulunmuş, bir yandan da dersler vermiştir. Burada, 1990 yılında İmamlar ve Sultanlar adlı İslam tarihinin ilk 150 yılını ele alan eleştirel tarih niteliğindeki ve kendisinin ilk araştırma ürünü olan eserini vermiştir. Aynı yıl, Yürek Devleti adıyla İslami Hareket Eleştirisi'ni de içinde barındıran ilk denemesini kaleme aldı ve aynı dönem Mısırlı yazar Safinaz Kazım'ın fi Mez'eleti's-Sufur vel Hicab adlı eserini, Kadının Özgürlüğü adıyla tercüme ederek ilk çevirisini de yayımlamış oldu. İlk cildini Kahire'de diğer ciltlerini Türkiye'de kaleme aldığı Anadolu İslami Hareketleri(şimdiki adıyla:İslami Hareketler ve Kıyamlar Tarihi) serisini 1991-93 yılları arasında peşi peşine yayımlamıştır. Bu serinin ilk cildini Hasan Ali el-Beyyumi ile birlikte Arapça'ya çevirmiştir. 1993'de İman adlı eserini ve 1994 yılında geniş kapsamlı bir eleştiri niteliğindeki araştırma eseri olan Yahudileşme Temayülü adlı eserini verdi. Seminer notlarından oluşan Tavsiyeler I ve Tavsiyeler II de bu tarihlerde yayınlandı(1995-1998). Kahire-Mekke hattında yazdığı şiirlerini Yasin adlı kitabında 1991 yılında toplamış, 1996 yılında ise tüm şiirlerini Divan adlı eserinde bir araya getirmiştir. Kahire'de verdiği tefsir derslerini bir konulu tefsir örneği olan Adayış Risalesi başlığı altında kitaplaştırmıştır. 1992 yılının Ekim ayından beri başlattığı tefsir dersleri, 15 yıldır devam etmekte ve bu dersler Tefsir Dersi adlı siteden canlı olarak izlenebilmektedir. Yine 1998'de başlayan Tefsiru-l-Kur'an Te'vilu'l-furkan adlı görüntülü ve sesli tefsir projesinde bugüne kadar 170'den fazla ders yayımlamıştır. Proje,Kur'an'ın tamamının görüntülü olarak tefsirini hedeflemiş ve 2008 yılında tamamlanmıştır. Görüntülü tefsir ile birlikte başlayan Gerekçeli Meal adı verilen Kuran'ın Türkçe tercüme çalışması da yukarıdaki projeyle eş zamanlı olarak yürütülmüş ve aynı tarihte tamamlanmıştır. Mustafa İslamoğlu, kimilerinde halen yazmaya devam ettiği Anadolu'da Vakit, Selam, Ribat, Yeni Şafak, Meydan, Aylık Dergi, Özgün Duruş gibi gazete ve dergilerde yayınlanan makalelerini Makalat, Şafak Yazıları, Dağarcık, Yokluğunda Düşülmüş Notlar, Savaş Kesmeyen Sözler, Sözün Gücü mü, Gücün Sözü mü, Yerliler ve Yersizler, Ayetlerin Işığında isimleriyle kitaplaştırmıştır. Ayrıca kendisiyle yapılan söyleşiler, Söyleşiler I ve Bir Yaradan Kurşun Çıkarır Gibi adlarıyla yayımlandı. Mustafa İslamoğlu, bir gazetede yazdığı makale nedeniyle 1 yıl ve Ankara'da kapalı bir forumda sunduğu Kürt Sorununa Islami Çözüm başlıklı tebliğinden dolayı 1.5 yıl olmak üzere toplam 2.5 yıllık Gölcük Cezaevi'nde başlayan mahkumiyetini, Ankara Yarıaçık Cezaevi'nde tamamlamıştır. Cezaevinde çok zor şartlar altında Macar Oryantalist Ignaz Goldziher'in De Richtungen der İslamichen Koranauslegung adlı eserini, Arapça tercümesinden Türkçe'ye çevirdi. 1997 yılında Human Rights Watch Helmann-Hammet 1997 ödülünü aldı. Yazarın bunlardan başka II. Uluslararası Fetih Sempozyumu'nda sunduğu tebliğ, 1997 yılında Yürek Fethi adıyla kitaplaştı. Mekke'de kaleme aldığı Hac Risalesi 1998'de yayımlandı. Aralık 2000 tarihinde dini çevrelerde hayli ses getiren eseri Üç Muhammed'i yayımladı.Amerika/Atlanta'da verdiği seminerler, 2001'de Hayatın Yeniden İnşası İçin adıyla yayımlandı.Bunu 2000 yılında yayımladığı Ne Yapmalı-Nasıl Yapmalı-Kiminle Yapmalı adlı eseri takip etti. Yazar, 1983 yılında kaleme aldığı Seyrani adlı ilk edebi kitap çalışmasını 2002'de yayımladı. Allah: Tanımak-Bilmek-Anlamak adlı eser, yazarın yayımlanmış son kitabıdır. Yazar, İslami İlimler Akademisi'nde tefsir usulü dersleri vermekte ve Anadolu'da Vakit gazetesinde köşe yazarlığı yapmaktadır. Ayrıca yazarın konferans, seminer, hutbe ve konuşmalarından oluşan onlarca görüntülü eseri bulunmaktadır. Yazar, evli ve beş çocuk babasıdır.[1][2] Eserleri [değiştir] Heyelan (1987) Yürek Devleti (1990) İmamlar ve Sultanlar (1990) Kadının Özgürlüğü (1990) Ya-sîn (1991) Adayış Risalesi (1992) Anadolu İslami Hareketleri (1991-1993) İman (1993) Yahudileşme Temayülü (1994) Tavsiyeler I (1995) Divan (1996) Yürek Devleti (1997) Tavsiyeler II (1998) Hac Risalesi (1998) Üç Muhammed (2000) Ne Yapmalı-Nasıl Yapmalı-Kiminle Yapmalı (2002) De Richtungen der İslamichen Koranauslegung tercümesi Seyrani (2002) Allah: Tanımak-Bilmek-Anlamak (2002) Efendim (2008) Hayat Kitabı Kur'an & Gerekçeli Meal (2008) Bu eserlerinin bazıları Arapça, Almanca, İngilizce, Kürtçe, Romanca, Bulgarca, Arnavutça'ya çevrilip yayımlanmıştır.
22 Tem

Mezhebin İçinden mi, Dışından mı Konuşmalı? (II)

Bir önceki yazımda köşeme taşıdığım ilim talibesinin mesajında yer alan usul sorusu/sorunu/sorunsalı, tez hocasından aktardığı şu pasajda dile geliyordu:

“Fıkıh mirasının ancak mezhep ekolleri içinde neşv-ü nema bulacağını düşünen Erciyes Üniversitesinden lisans tezi danışmanım …, "bir mezhebin içinden konuşmamanın, bir yerden konuşmak olmadığını" söylerdi. bir yerden konuşmayan kimseyi ise "neye göre" doğrulayabilir yahut yalanlayabiliriz derdi.”

Bu naçiz Kur’an talebesi de, önceki yazımda bu tesbitin açıklarmış gibi yaptığı meseleleri açıklamaktan uzak olduğunu, sorunu çözmediğini, hatta daha da içinden çıkılmaz hale getirdiğini, yazımın sonunda sorduğum sorularla ortaya koymaya çalışmıştım.

Kaldığımız yerden devam edelim ve ilk olarak “fıkıh mirasımız” kavramsallaştırmasını ele alalım. Fıkıh mirasımız, bizim mirasımızdır. Zerresini feda etmeyiz. Yunan Felsefe medeniyetiyde, Roma savaş medeniyeti, İslam ise “fıkıh medeniyeti”. Bürhan ve İrfan bilgi sisteminden farklı olarak Beyan Bilgi Sistemi, İslam’ın ürettiği özgün bilgi sistemidir. Bu sistemin kökü vahiy, gövdesi ameli sünnet, meyvesi fıkıhtır.

Bu ağacı kökünden sökmek, insanlığın değişmez değerlerinin ölür adı olan İslam’ın insanlığın son çevrimindeki tezahürü olan vahyin köküne kibrit suyu dökmekle eş anlamlıdır. Fakat tohumunu el-Vedud olanın ektiği bu “tuba” ağacını daha cins meyveler elde etmek için budamak ve aşılamak işin tabiatı gereğidir. Yoksa ağaç bakımsızlıktan yaşlanır ve meyve vermez olur. Bu durumun sorumlusu da ona bakmakla sorumlu olanlardır.

Bu “tuba” ağacına karşı üç tür yaklaşım vardır:

1. Ağacı kökünden sökmek, o becerilemezse kökünden kesmek. Bunların niyeti bellidir. “Tuba” ağacını söküp yerine “şecere-i melune” ve “şecere-i zakkum”u dikmek. Onlar insanın değil şeytanın dostlarıdır.

2. Ağacı “dokunulmaz” ilan edip tek dalına dahi elletmemek. İçtihad kapısını “cehennem kapısı” olarak lanse edip kendilerini de o kapının zebanisi zannedenler takımı bu kısma girer. İyi niyet ve samimiyetlerinden kimsenin şüphesi yoktur. Kimisi cehaletinden, kimisi hamakatinden, kimisi taassubundan böyle yapar. Elinde makas gördükleri herkese “aman tuba ağacımızı kökünden kesecek diye” hücum edenler bu kesimden çıkar. Bu kesimin iyiliği vardır: Ağacımıza musallat olabilecek dağ keçilerinden ve yabani eşeklerden ağacımızı korumak. Bunun yanında zararı da vardır. Ağacı budamak ve meyvelerini daha da cins hale getirmek isteyen bahçıvanlara da dağ keçisi muamelesi yapmak. Ağacın günümüzdeki hal-i pür melalinin müsebbibi biraz da bu tavrın sahipleridir. Ağaç budanıp gençleştirilerek şimdi ve buradamızda meyve vermeyince, millete ağacın dalında geçmiş mevsimden kalmış ve kuruyup kemikleşmiş kalıntıları işaret edip “Bunu yesenize” demeleri, yemeyeni suçlamaları da cabası. Sonuçta avamın fıkıhsızlaşmasında bu kesim büyük pay sahibidir.

3. Ağacın kökünü ve gövdesini koruyup, her yıl ince budama, her nesil gençleştirme budaması, her asır ise en gelişmiş yöntemlerle aşılamak için sa’y u gayret göstermek. Bu kesimin işi zordur. Risklidir de. Zira bazen bu kesime ehliyetsizler ve kifayetsiz muhterisler de katılır. Ben biliyorum deyip ağaca zarar da verebilir. Ama bu bir risktir ve ağacın sahibi Allah’tır. Nihayetinde o ektiği ağacı korumasını bilir. Bu risk alınmalıdır. Ağacı kocatmak ve meyvesiz bırakmak daha büyük bir risktir. Sonuçları itibarıyla daha vahim ve tehlikelidir. Zira hayata ilahi bir müdahale olan din, hayatın dışına itilmiş olmaktadır. Dinin düşmanlarının dine veremediği zararı, onun ahmak dostlarının vermesi anlamına gelir.

Geleneğe sadakat, o geleneği üreten köklere sadakatle mümkündür. Bir ırmak kaynağına sadakat göstermek istiyorsa denize ulaşmayı hedeflemelidir, geri dönmeyi değil. Zira bu hem imkansızdır, hem de enerji kaybıdır. Ataların ocağına sadakat, o ocaktaki küle sadakat değil, köze sadakattir. Kül, ataların ocağında diye kutsallaşmaz. İşte bizim karıştırdığımız budur.

Madem bu mesele Karadavi örneği üzerinden ele alınıp soruldu, şimdi bunu söyleyen hocamız Karadavi’yi geleneğe sırt dönmekle mi itham etmiş oluyor. Zahiren evet. Peki bu hakkaniyetli mi? Gerçekten durum bu mu? Karadavi, geleneğe sırt dönmekle itham edilebilir mi? Bu iftira olmaz mı? Adil ve mutedil olur mu? Ölmüş alimlerimizi savunacağız diye, kaç yaşayan alimimizi daha diri diri mezara gömmemiz gerekiyor, bilmiyorum.

Ben Karadavi ile bir kez görüştüm ve konuştum. Bu benim “tanışma” tanımıma göre yeterli değil. Onu eserlerinden tanıyorum. Bazı fetvalarını –gayet tabii olarak- isabetsiz buluyorum. Bazı siyasi fetvalarına şiddetle itiraz ediyorum. Kişisel olarak çok da sempatik bulmuyorum. Kısa tanışmamız ardından bende kalan duygusal izlenimim de pek olumlu olmadı. Fakaaaaat…

O bir İslam âlimi. Bu ümmetin yetiştirdiği bir değer. Şunun şurasında kaç tane Karadavi’miz var? Burada asıl sormamız gereken soru şu: İyi güzel de, ne diyor Karadavi?

Sahi, ne diyor Karadavi? Onu, içtihatlarına bakarak “fıkıh mirasını” red eden bir redd-i mirasçı gibi görebilir miyiz? Böyle görürsek, hem ona, hem savunduğumuz fıkıh mirasına, hem de kendimize yazık etmiş olmaz mıyız? Onun ümmetin çağdaş meselelerine getirdiği yorum ve izahlarla bir yerden konuşmadığını –zımnen de olsa- söylemek, büyük bir iddiadır. İsbat ister. Ve bu iddiayı yapan kendine güveniyor ki böyle iddialı konuşyuyor. O zamnan ona “Buyurun, siz bulunduğunuz yerden konuşun da çözün ümmetin çözüm bekleyen meselelerini” diyenler haklı sayılmazlar mı?

“Karadavi ne diyor?” sorusunun cevabı bir sonraki yazıya kaldı

Etiketler : , , , , ,

Bu Yazıyı Yazdır Bu Yazıyı Yazdır

Yorumlar Kapatıldı.



2007-2012 Bilgi Agi / Turkiye nin Interaktif Kose Yazari Gazetesi

Designed By Online Groups
ÇÖZÜM ORTAKLARIMIZ

bizajans, kent akademisi, sunubank