content

ikradan-mahyaya-aydinlanma

12 Eki

Karanlığa Savrulan Aydınlık Meşalesi

“BEN YÜKSEL MERT ATATÜRK’TEN ÖZÜR DİLİYORUM”

(Medreseden Cumhuriyete Bir Devrim Manifestosu)

Adanalı Yazar Ekmel Ali OKUR’la, “ Ben Yüksel MERTOĞLU, ATATÜRK’TEN ÖZÜR DİLİYORUM ” romanı üzerine çağıl çağıl Seyhan Irmağı güzelliğinde bir söyleşi..

R.SÖYLEMEZ:
-Sevgili OKUR, “ Atatürk’ten Özür Diliyorum ” oylumlu, şiirsel, sürükleyici, öğretici, sürprizlerle dolu, hemen, her cümlesi bilgelik, aşk, öfke tüten romanınızı üzerinde dura dura, doya doya, özümleye özümleye okudum. Doğrusu, çoğaldım. Memnun ve mutlu oldum. Sözün özü: Böyle güzeller güzeli bir kitabı yani romanı bütün bir halkımızla paylaşmak istedim. Böyle güzel bir romanı yazmak nereden aklınıza geldi? Şöyle kısaca bu kitabın hikayesini dinleyebilir miyiz?

E. ALİ OKUR:
-Tamam. Anlatalım. Ama önce size teşekkür ediyorum. Bir yazar olarak, işte sizin gibi nitelikli, güzel insanlar tarafından okunmak, anlaşılmak, taktir edilmek çok güzel, çok görklü bir duygu.

Zaten ben sizi oldum olası, taa ilk televizyon ekranlarından gördüğümden bu yana, hep gözümde ve gönlümde büyütmüş, gün günü çoğalan bir sevgiyle sevmişimdir.

Neden?

Neden olacak?

Her zaman, özgürlükten, barıştan, emekten ve aşktan yana olan, üstelik bunun kavgasını da kıran kırana veren, gözlerini budaktan, sözlerini dudaktan esirgemeyen, bir güzel insan, demokrat bir aydınsınız. Hele de, ham yobazlığa ve kaba softalığa tahammül edemeyen bir yürek adamısınız.

Neyse..Peygamberimiz yani yedinci asrın büyük devrimcisi, şöyle der: “ Ey arkadaşlar, seven sevdiğine sevgisini izhar etsin! ” der. İşte bende bu güzel duygularla size, sizi sevdiğimi söylemeliyim.

Bu vesileyle, birde şunu söylemeliyim. Eğer bir gün bütün bir yeryüzü esenlik yani barış yurdu olacaksa bu mutlaka sevgiyle olacaktır. Onun için, sevgiyi, sevmeyi hep öne alıp ona göre ilişkilerimizi düzenlemeliyiz. Şöyle de diyebiliriz: Eğer din doğruya götüren yolsa, bu asla sevgisiz olmaz. O zaman dinin bir diğer adı, sevgi olmak zorundadır. İnsan, şusuz, busuz yaşar ama sevgisiz yaşayamaz.

Hepimiz biliriz ki, sevginin dört yüzü vardır. Bilgi, ilgi, saygı ve paylaşmak.

Evet, bu böyle.

R.SÖYLEMEZ:
-Nasıl yani?

E. ALİ OKUR:
-Şöyle. Önce doğru bilgi. Yani eleştirel aklın eleğinden geçmiş bilgi. Aynı zamanda, akıl tartısında tartılmış bilgi. Koca SOKRAT, “Sorgulanmayan bilgi ya da hayat, yaşanmaya değmez ” der.

Aynen böyle der.

Bu Sokrat, gerçekten çok müthiş bir adam.

Daha sonra ilgi. Gereğini yapmak. Sürgit, eylem içre olmak. Devinim. Yani donup kalmama. Çürümeme..Tohum toprağa ya da rahme düştükten sonra hep ama hep bakım, çaba ve gayret gerektirir. İşte, bunun gibi.

Tabii daha sonra da saygı. Derler ya..Kendine saygısı olmayanın başkalarına saygı duyması mümkün değil.Uzatmayalım. Şöyle diyelim: Bir insan, kendine değer vermeden, kendini sevmeden, bir başkasını, yani yaşanmaya değer hayatı da bulamaz. Tabii ki bir insanın, kendini sevdiğinin de doğru ölçeri, kendine yeteri ve gereği gibi değer vermesidir. Yani kendini adam yerine koyup kendini değerli hale getirmesidir.

Pekala.. Bir insan, ne yaparsa, kendini değerli yapabilir?

Dedik ya.. Önce doğru bilgi. Çünkü, doğru bilgi olmadan da, doğru davranış, doğru davranış olmadan da, doğru hayat olmaz. Şunu diyorum, bir insan kendini seviyorsa, kendine değer verir. Bilinecekleri bilmeye çalışır. Hani derler ya: insan, bildiklerinin toplamıdır. Yani ne kadar biliyorsak o kadarız demek.

İzninizle, aklıma gelmişken anlatayım. Çok güzel bir hikaye:

Mevsim bahar. Hava günlük güneşlik. Yani dünya devrinde, güneş seyrinde. Günlerden bir gün, bir kurbağa çayırlıkta yayılıyor. Hoplaya, zıplaya bir kuyunun başına geliyor. Şöyle bir kuyunun içine bakıyor, aa bir de ne görsün. Kuyunun içinde bir kurbağa. Paldır küldür kuyunun içine atlıyor. Dört bir yana bakıyor, kendinden başka kurbağa-murbağa yok. Orada, yani kuyunun başında gördüğü kendi silüeti yani gölgesi. Geri çıkmak istiyor. Ne denli çalışsa da bir türlü çıkamıyor. Sonunda kuyuda yaşamaya razı oluyor.

Hikaye bu ya..

Aradan çok zamanlar geçiyor. Yavruları oluyor. Bir gün ailecek, kuyunun içinde otururlarken, yavru kurbağalardan biri, Anne, bu sudan daha büyük su var mıdır diye soruyor. Anne kurbağa, dışarının hasretiyle,

-Evet yavrularım. Var! buradan daha büyük, gölcükler, dereler, çaylar, ırmaklar, denizler, ummanlar var diyor.

Yavru kurbağalar birbirlerine bakıp fısıltıyla,

-Yaa..Annemiz bi iyice yaşlanmış olmalı. Artık, ne söylediğini pek bilemez olmuş. Sayıklıyor, diye düşünüyorlar.
Evet, hikaye bu. Burada anlatılmak istenen ne?

Herkes, hayatı bildiği kadar, algılayabilir, hayata anlam verebilir ve ilişkilerini düzenleyebilir.
Evet..Bilmeyen insan, yeni şeyler öğrenmeye çalışmaz. Bir bilge, “Bildikçe bilmemenin ıstırabını, okudukça cahilliğmin sırıttığını, zaman geçtikçe de eksikliğimi anlıyorum ” diyor. Cahil insan, mukallit insan, bilmek, bilismek özlemi içinde olmaz. Hiç aşkı tatmamış birine aşkı nasıl anlatabiliriz ki? Şimdi gelelim kitabın hikayesine:

Mevsim yazdı. Kitabın Baş Kahramanı Yüksel Mert’le arabada gidiyoruz.. Eski Baraj’ın oraya geldik. Bana, “Burada duralım ” dedi. Durduk. Arabadan inip orada, göle çok yakın bir yere oturduk.

İkindi serinliği. Göl, masmavi. Kıpır kıpır..Tek tük koyun tüyü bulutlar. Silüeti suya vurmuş. Karşıdaki upuzun ağaçların yeşil gölgeleri, suya düşünce, çok görklü bir resim tablosu gibiydi.

Yüksel bey önüne, tükenmez kalemle yazdığı orta boy bir defter koydu. Ve bana:
-Bak gardaş, bu defterde benim hayatım var. Ben ki, yarım asrı geride bıraktım. Bu güne kadar, doğru-dürüst bir kazmaya sap olamadım. Ne kendime ne de aileme tam anlamıyla ne koca ne de baba olamadım.

Önümüzdeki ay yani eylül de, canımdan can olanın bir canı bu dünyaya teşrif edecekler.
Şimdi ben düşündüm taşındım. Dediğim gibi iyi bir koca, iyi bir baba olamadım. Tabii ki, iyi bir dede olmaya da hazır değilim. O zaman ne yapabilir dedim. İşte bu defteri yazdım. Bunu bastırıp kitap haline getireceğim. Kızımın doğum gününde de hediye olarak bu kitabı takdim edeceğim.

Yani senin anlayacağın torunum büyüdüğü zaman nasıl bir dedesi varmış, hangi evrelerden geçmiş, bütün emeklerini niye paraya-pula dönüştürememiş, tüm bunları ve daha başka şeyleri anlaması için, bunu yazdım.

Şimdi sana bu defteri okumak istiyorum.

Sıkıldığın yerde bırakırız, dedi ve okumaya başladı.

Bir tür vasiyet olan, kitabının adı: “Atatürk’ten Özür Dilerim” di. B u kitapta anlatmak istediği şuydu: “Ey torunum, biz Atatürk’ü anlayamayalım diye üzerimizde amansız oyunlar oynandı. Onu anlayamadık ve yaşanmaya değer bir hayata da tutunamadık. Onun-bunun hurafelerini din edindik. Kuruntularımızın önünde savrulup durduk. Gerçeğe, aydınlığa, çağcıl değerlere yani bütün bir insanlığın alın ve akıl terlerinin ürünlerine nankör olduk. İşte, daha buna benzer mesajlar içeren bir koca yaşam özetiydi.

Yazılanlar, anlatılan malzemeler çok çarpıcıydı. Büyülendim. Hayran kaldım.

Dedim, “Kardeş, bu defteri sen bana ver. Bak buradaki malzemeler çok ibret verici. Bunları sadece torunun değil, bütün bir insanlık okusun. Herkese bir hediyen olsun. Bunu ben yeniden yazıp belgesel roman yapalım dedim.
Yüksel Bey sevindi. Memnun oldu. Ama bir roman yazmak için süre çok azdı. Torunun doğmasına henüz on gün gibi kısa bir süre vardı. Üstelik ben gündüzleri çalışıyordum da. Neyse yedi gece de romanın birinci cildini yazdım. Tarsus da bir yayınevinde beş bin adet bastırdık.

Okuyanlar çok sevindi. Kitap kısa bir sürede bitti.

İkinci baskısını İstanbul’da yaptırdık. O da bitti.

En sonunda İstanbul’da ciddi bir yayınevi olan Akis Kitapta bastırdık. Ardından, 2nci, 3üncü ciltler ve şimdi bu Ekim ayında, şu gördüğünüz, üç cilt bir arada, 125inci baskıya ulaştık.

İşte, bu romanın yani kitabın kısaca hikayesi bu..

R.SÖYLEMEZ:
-Hepimize hayırlı olsun. Tabii ki konuşacak, soracak çok şey var. Ama bir söyleşi sınırlarını da görüp gözeterek devam edelim.

Şimdi Hocam, ben bu kitabı okudum. Yüksel MERT’i de çok önceden tanırım. SEVERDİM. Fakat bu romandan sonra Yüksel MERT’e bakışım değişti .Onu daha çok sevmeye başladım. Keşke bu adamı herkes keşfedebilse. Müthiş renkli bir hayat. Hiçbir yarde çakılp kalmıyor. Adeta bir ırmak gibi, kırım kıvrım, köpük köpük, yaldız yıldız akıp duruyor.

Daha büyük yerlere doğru. Yani denizlere, Ummanlara, gökyüzüne doğru..

Şöyle diyelim, bu kitap benim için bir MİLAD oldu.

Doğrusu ben de hem bir güzel roman okumanın keyfini hem de bildiğim bir çok kavramı yeni baştan öğrenmenin hazzını yaşadım.

Şimdi sorum şu: Bu cemaatlerde, tarikatlarda RABITA diye bir kavram var. Zaten Yüksel Bey’de bu rabıta yüzünden medreseden tart ediliyor. Orada, bu küçücük çocuklar üzerinde yaşananlar çok gayri insani şeyler. Diyorum: Bu saçmalık nasıl böyle yüzyıllarca sürüp gelmiş?

Neyse.. Siz buyurun.

E. ALİ OKUR:
-Önce şu rabıta nedir? Ona bir bakalım. rabıta adından da anlaşıldığı gibi, sözlük anlamı olarak, bir yere, bir şeye sımsıkı bağlanma, yapışıp kalma v.s. Kavram olarak da, rabıta; Her hangi bir müridin, herhangi bir şeyhe, iradesini, tümden devretmesi..

Yani şeyhte fena-fillah olması.

Yani yok olmasının adı.

Bir başka söyleyişle, bir bireyin kendi özgür istenciyle, kendi gibi herhangi bir kişiye, kayıtsız-şartsız teslim olması.

Görüldüğü gibi bu çok korkunç bir şey.

Bireyin kendini, kendi eliyle sıradanlaştırması, eşyalaştırması, bağımlı hale getirmesi.

Yani kendine kıyma..Zihinsel intihar!

R.SÖYLEMEZ:
-Ya Hocam bu anlattıkların herhangi bir insan için çok onur kırıcı bir şey.

Şeyhin müridi sahiplenmesi.

Adam yerine koymaması.

Standartlaştırması. Şey gibi. Ya boş ver. Yahu romanı okurken birkaç kez hafakanlar geçirdim.

Ben insanım ya..Ne demek? Benim çocuğum bile bana mutlak anlamda bağlanmasın.

Bağlanmasına asla izin veremem. Ben, sen, o, biz olmalıyız. Birbirimizde yok olma değil, birbirimizde var olmalıyız. Yani birbirimizde var olarak çoğalmalıyız.

Zenginleşmeliyiz.

Dediğim gibi..Ben özgürlüğüme çok düşkünüm.

İnsan, hiç sevdiğine boyun eğdirir mi? Seven insan, sevdiğini asla kalıplarla kalıplamamalı.

Bence kalıplayan da, kalıplanan da ruh yani akıl hastası olmalı..

Ezmek ve ezilmekten keyif alma. Aman Allah’ım, bu nasıl olur da hak yol olur?

Neyse..

Biz kaldığımız yerden devam edelim. Ne diyorduk? Rabıta! Buyurun sayın OKUR.

E. ALİ OKUR:
-Ben burada bu konuyla ilgili şunu diyorum: İnsanı uyuşturan maddeler, örgütler vardır. Şimdi herhangi bir kişi, bu maddelerden birini kullansa, beynini uyuştursa, bunun kötü bir şey olduğunu bilir ve hemen hiç kimseye hele de çok yakınlarına, sevdiklerine tavsiye etmez ve için için utanıp kurtulmanın da yollarını arar.

Aynı şekilde herhangi biri, bir fuhuş, esrar, silah, şu-bu mafya örgütüne girse, bu örgütün pirine yani babasına tam teslim olsa, bu kişi burada bulunmaktan, yaptıkları işlerin ne kadar iğrenç olduğunu bilir ve de kurtulmanın yollarını ararlar.

Böyle bir yerde bulunduğunun ailesiyle yani çocuklarıyla bile paylaşmaktan kaçınır, vicdanen rahatsız olur.

Ama bu tarikatlara rabıta yoluyla girip şeyhin iradesine kul olan bir mürit, bu teslimiyetten, onun verdiği ev ödevlerinden, bu yoldaki harcamalarından tanımsız bir keyif alır, huzur duyar. Zamanla alışır. Derken, bu alışkanlıkları tabiatı haline gelir. Bu yapıp ettiği işlerin iş olmadığını, kendilerine yazık ettiğini söyleyecek olsa, tıpkı iltihap dolu yaraya dokundun mu nasıl zonklarsa adeta kişiliklerine hakaret gibi algılarlar.

Onun için bu yol çok tehlikeli bir yoldur.

O kadar tehlikeli ki. Bu adamlar yani müritler bu yola yani yollarına girmeyen eşlerine, çocuklarına iyi gözle bakmazlar. Onları, gaflet, delalet ve ihanet içinde görürler.

Bu durum bu adamları müthiş bir şekilde rahatsız eder.

Ben derim ki..

Bu kurumlara üye olunmasına göz yumanlar, insan haklarını, kelime-i tevhidi, demokratik hakları, vs. ihlal etmektedir. İyi niyet bir başına hiçbir şey ifade etmez. Önemli olan doğru bilgiyle, samimiyet bir arada, iç içe olmalı.

Tıpkı göz ve ışık gibi.

Hani ışık olmadığı zaman, nasıl ki gözün hiçbir anlamı olmadığı gibi..

R.SÖYLEMEZ:
-Bir Dakka..Acele etmeyelim Hocam. Şimdi siz ne dediniz. Kelime-i Tevhid! Buraya geri dönüp açalım.

E. ALİ OKUR:
-Şöyle.. Kelime-i Tevhid..La ilahe illallah!.. Yani la.. Arapça da yok demek.Yani hayır demektir. İlah ise, hüküm, sınır, kalıp, yargı vs. koyan. Kalıplayan, sınır koyan, mutlak hüküm koyan demektir.

Biz, bu anlamda, kendi hayatımızı, bizden başka hiç kimsenin sınırlamasına, yönlendirmesine, ambargolar falan koymasına izin vermeyiz, diyoruz. Bu söz bizimle ALLAH arasında bir akit.Yani Allahtan başka bütün ilahları reddediyoruz. Yok diyoruz. Yok!.

Kelimenin tam anlamıyla özgür, bağımsız olduğumuzu ilan edip adeta haykırıyoruz.
Diyorum ki sadece bu cümlenin, bu kelime-i şahadet cümlesinin anlamını bilsek, bilebilsek Müslüman olarak bir başına bu yeter. Zaten kuranda, bu sözün pratiği, uygulayımıdır. Peygamberin bir bakıma biyografisi gibi, bu kısacık cümlenin anlamını iyice bilmeyenlerin doğru adına yapılabilecek bir şeyi de yok demek.

Önce bu cümle, ille de bu cümle…

Ne diyoruz, ben Allah’tan başka, hayatıma dair hiçbir sınır, hüküm, yargı, şablon koyucu tanımıyorum diye ilan ediyoruz.

Ya arkadaş..Birbirimizi sevelim. Sayalım. Var olan her neyimiz varsa paylaşalım ama böyle birbirimizde de yok olarak, zavallı, sersefilde olmayalım. Şimdi İsra/36 yı çok iyi bilmeliyiz. Bu ayetin üzerinde, aklımızı gere gere düşünüp us yormalıyız.

Bilmediğin hiçbir şeyin ardına düşme diyor. Gözün, kulağın ve aklın sorumludur diyor. Yani onun bunun gözüyle değil, kendi gözünle gör, kulağınla duy, aklınla aklet deniyor.

Bu şeyh yani mürşit denilen adamları ne kadar tanıyorsun?

Hiç bir bilgin olmadan o adamların bilgilerini, bilinçlerini, iyi-kötü oluşlarını nasıl ölçeceksin?

Kim onlar?

Bu ülkeyi ne kadar ilgilendiriyorlar?

Bugüne kadar hangi alanda ne bulmuşlardır?

Hangi eserlerin altına imza atmışlardır?

İçlerinden, hiçbir kaşif, ressam, heykeltıraş, sinema yönetmeni, romancı, ekoloğ falan çıkmış mı? Yani nedir kıymeti-harbiyeleri?

Ben bu anlamda Yüksel MERT’i alkışlıyorum.

Niye? Niye olacak? Daha ilkokulu yeni bitirmiş bir çocuk. Rabıta aklına ters düşüyor. Bunu hocalarıyla, arkadaşlarıyla konuşmak, sorgulamak istiyor. Yerken, içerken her yerde bu aklına takılıp kalıyor. En sonunda, bu rabıta yüzünden kovuluyor. Sokağa, çaresizliğe, çöplüğe atılıyor.

Bu kitap yayımlandıktan sonra, bu kitabı okuyan kimi saçlarına kır düşmüş, işleri yolunda İslamcı arkadaşlar, “Yahu arkadaş Müslümanların bu tür zaaflarını niye kafirlere ifşaat, deşifre ediyorsunuz?” diye sitem ettiler.

Görüyorsunuz değil mi?

İnsan, hangi uzvunu, hangi yeteneğini kullanmasa, zaman içinde, o uzuvları ya da yetenekleri körelir, ölür ve telef olup gider.
İşte, bu arkadaşlar da, sürekli akıllarını işlevsel kılmadıkları için ne dediklerinin ayırdında bile değillerdir.

Bir defa herhangi biri, bir garibanın bilgisizliğinden yararlanarak, onu malıyla-mülküyle, çoru-çocuğuyla kendine bağımlı hale getiriyorsa, bu onursuzca bir şey. Kendini bilen birine bu tür tutum ve davranışlar yakışmaz.

Seven insan, sevdiğinin iyiliğini, gelişmesini, bilmedikleri şeylerin ardına düşmemesini ister. Her alanda onun rahat, özgür, varsıl, renkli, sorgulayıcı, hayata eleştirel bakan biri olmasını ister.

R.SÖYLEMEZ:
-Şimdi Üstad burada ara verip biraz da kitabın adından söz edelim. Niye? Roman kahramanın Atatürk’ten özür diliyor?

E. ALİ OKUR:
-Biz bunu romanda uzun uzun anlattık. Benim kahramanın daha hayata doğar doğmaz yani hayata gözlerini açar açmaz, hayata tutunamayan, hayattan umduklarını bulamayan, en başta annesi, “Biz olamadık bari bu olsun” diye adını “Yüksel” koyuyorlar.

Hani bir söz vardır. “Biz birine ne dersek öyle olma ihtimalini artırmış oluruz ” diye.. Aile Yüksel Bey’in adıyla bu güdümlemeyi yani motivasyonu yapmaya çalışıyorlar.

Bunda da epey başarılı oluyorlar.

Ne ki, en başta medresedeki, İmam Hatipteki hocaların yanlış tutumları yüzünden Yüksel Beyde büyük bir kırılma, tökezleyip yere kapaklanma yaşatıyorlar.

Bilirsiniz. Dışlanma, aşağılanma bir çocuk için çok ama çok büyük bir onur yarasıdır.

Biz bir çocuğu hep aşağılarsak, onu utanca boğarız.

Yüksel Bey’in içindeki çocuk utanca boğulmuş, örselenmiş, yara-bere içinde bir çocuktur. Bu örselenmiş duyguların üstüne çıkabilmek için, Kur’an’ı bütün arkadaşlarından önce ezberliyor.

Hafız oluyor.

Psikolojik olarak boğulmamak için gece-gündüz çırpınıyor, çabalıyor ve ben iyi bir insanım, ben çok acı çekiyorum diye adeta çığlık üzerine çığlıklar atıyor.

Heyhat! Uydum şeyhime, uydum atalarıma mantığı ŞARTLANMIŞ İNSANLAR Yüksel Beyin sesini duyamıyorlar. Çünki, onlar da acınacak durumdalar.

Bilmiyorlar.
Üstelik bilmediklerini de bilmiyorlar.

İşte, kapıldım gidiyorum şeyhimin gölgesinde ya da rüzgarında gibi..

Evet, kahramanım,Yüksel Bey, Kur’an Hafızı Arapçadan bütün ayetleri ezberlemiş. Ama anlamlarını bilmiyor. Çok sonraları Kur’an’ı Türkçesiyle okuyacak ve anlayacak.

Yüksel Bey, hafız. Yani ezberci.

Ezberleyen. Bilirsiniz. Ezber, bir zihinsel soykırımdır.

Neden? Ezberde düşünce yani ölçümleme, yani kıyaslama, yani eleştiri, yani sorgulama yoktur.

O yüzden insanın zihinsel yetenekleri gelişemez.

Alışmıştır üretmemeye, tasarlamamaya..

Oysa, insanın en önemli özelliği tasarılarda bulunmasıdır.

Anlamadığın bi şeyin neyini tasarlayacaksın? Neyini beyninde resmedip boyutlandıracaksın? Velhasıl, Yüksel Bey Kur’an’ı ilerleyen yaşlarda anlamıyla okuyup anlayınca, beyninde hafakanlar kopar, hayretler içinde kalır.

Kur’an’daki din, ne medrese de ne İmam Hatipte ne de camide, toplumdaki yaşayan dindir.

Bambaşka..

Apayrı bir dindir!

Kur’an’da, Allah’tan başka kimseye rabıta yok..

Kimseden şefaat ummak yok.

Gaybı hiç kimse bilemez.

Üstün insan yok.

Herkes, hak önünde, hukuk önünde eşit..

Malıyla-mülküyle, mevki-makamıyla hükmetmek yok. Yani zor, zorbalık yok.

Yüzyıllarca, padişahların mutlak ve keyfi güç altında yozlaşan, özgürlüklerden yoksun, büyük çoğunluğu toprağı işleyip vergi ödeyip askere gitmekle yükümlü köylü kullardan oluşan yani padişahın kiracıları gibi yaşayıp giden bir anlayış yok..

R.SÖYLEMEZ:
-Neden özgür?

E. ALİ OKUR:
-Yüksel Bey Kur’an’ı anlamıyla anlamaya başlayınca, her türlü olumsuz sıfatlarla sıfatladıkları Atatürk’ü bir de kendi aklıyla anlamaya soyunuyor.

Anladıkça hayretler içinde kalır.

Kur’an’la, Atatürk’ün düşüncelerinin örtüştüğünü, çok benzerlikleri olduğunu görür.

R.SÖYLEMEZ:
-Mesela..

E. ALİ OKUR:
-Sözgelimi..Atatürk, irfanı, fikri, vicdanı hür yani özgür nesiller istiyor.

Tam bağımsızlık istiyor.

Kur’an’da öyle..

Allah’tan başka mutlak güç, kesin sınırlar, yargılar koyucu tanımayın diyor.

Atatürk, bu ülke, şeyhler, dervişler ve onların mensupları olmayacak diyor.

Aynen Kur’an’da, sorgulamadan, anlamadan yani büyük bellediklerinizin yolunu yol edinmeyin diyor..

Kur’an, yalnız şefaati Allah’tan isteyin diyor.

Atatürk’te, sadece kendinize güvenin, onun bunun şefaatine, umarına göz dikmeyin diyor.

R.SÖYLEMEZ:
-Pekala Hocam, bu kadarla yetinelim. Çok önemli bulduğunuz, eklemek istediğiniz başka bir şey var mı?

E. ALİ OKUR:
-Aslında çok. Tabi ki bu da nihayetinde bir söyleşi. En son olarak, ben burada şunu da bir vicdan borcu olarak söylemeliyim: O da, Atatürk, insanlık tarihinde bir devlet adamı olarak, ilk kez cebinden para vererek, Kur’an’ı halkının diline çevirtmiş, bütün muhtarlara imza karşılığı göndermiştir.

İstemiş ki, bu ardından gittikleri, uğrunda öldükleri dinin ne olup olmadığını kendi özgür iradeleriyle bilip ona göre hayatlarını yani ilişkilerini düzelsinler. Kitabı, kendi gözleriyle, kendi aklılarıyla okuyup şu din simsarları, mezar soyguncuları, dini ekmek kapısı yapanları görüp akıllarını başlarına alıp sömürülmesinler.

Türk milleti kelimenin tam anlamıyla özgür, bağımsız olsunlar.

Herkes birey olmanın, örgütlü toplum olmanın onurunu, mutluluğunu duysun.

Ne var ki, erken denilecek bir yaş da, hastalıklarla uğraşarak hakkın rahmetine kavuştu.

Biliyorsunuz, Atatürk’ün bu özlemi uluslararası güçlerinde manevralarıyla, oyunlarıyla amacına ulaşamadı.

R.SÖYLEMEZ:
-Sevgili E.Ali OKUR, bu seferlik bu kadarla yetinelim. Bir başka zaman yine kaldığımız yerden bu söyleşiye devam ederiz. Buraya kadar geldiniz. Zahmetler verdiniz, teşekkürler ederiz. Sağ olun.

E. ALİ OKUR:
-Sizler de…

Etiketler : , , , ,

Bu Yazıyı Yazdır Bu Yazıyı Yazdır

Yorumlar Kapatıldı.



2007-2012 Bilgi Agi / Turkiye nin Interaktif Kose Yazari Gazetesi

Designed By Online Groups
ÇÖZÜM ORTAKLARIMIZ

bizajans, kent akademisi, sunubank