content

yazarportal-com-bilgiagi-net-tasviriefkar-com

27 Şub

Hace Hafız Hasan Efendi

Dünyaya teşriflerinde Balkan Harbi başlamış 35. Osmanlı Padişahı Sultan Mehmed Reşat yönetimin başındaydı. Ülke netameli günler geçiriyordu. Daha iki yaşında iken Birinci Dünya Savaşına girildi. Çanakkale’de yer gök inlerken üç yaşındaydı ve ağlamaları bir karnının açlığından değildi. O ülkenin o andaki haline ağlıyordu belki.

Hace Hafız Hasan Efendi’nin hayatta kalan üç çocuğundan tek erkek evlâdı idi. Hace Hafız Hasan Efendi Sultan II. Abdülhamid’in vakıf yurtlarında eğitim görüp, kendisine Vehbî lâkabı verilmiş olup; o günden sonra Hasan Vehbî Efendi olarak anılmıştır. Sultan tarafından hacca gönderilen Hasan Vehbî efendi II. Abdülhamid’in tahtan indirilmesinden sonra Fatsa ilçesine bağlı Kale Beylerinin yanında kalmış olup, başta kale beyleri olmak üzere bölgede müderrislik vazifesini ifa etmekteydi.

Hace İsmail Efendi tahsil çağına gelince babasından ders almaya başladı. Zaten Çanakkale savaşı da sona ermiş, ülke yaralarını sarmakla meşguldü. Babasının vefatı üzerine Şu anda evlatlarının da ikamet ettiği Perşembe’nin Okçulu Köyüne yerleşti. Uzun yıllar Okçulu Köyü’nün Dereköy Mahallesi’nin Yalı Mevkiinde fahri olarak vazife yaptı. Vefatına kadar bu camide insanların her türlü yetişmesi için gayret gösterdi. Sonunda her fani gibi o da dar ül bekaya irtihal eyledi. Manevi tesiri hala o muhitteki insanlar üzerinde görülmektedir.

…………..

Bir yaz günüydü. Nurani yüzlü bir adam yanında birkaç kişi olduğu halde, Dereköy’ün ilk camii avlusunda bulunan ıhlamurun altında yanındakiler ile birlikte ders mütalaa ediyordu. Daha on yaşında var veya yoktum. Evimize giden yol camiin önünden geçiyordu. Ben elimde bulunan bir file ile eve gidiyordum. Tam ıhlamurun yanına gelmişken ruhuma sirayet eden bir çift göz bana doğru baktı. Kendimi bir cam gibi hissediyordum. Bakışları bana rağmen benim arkamdakileri görüyor gibiydi. Ve ben de ortalıkta yokmuş gibiydim. Havanın sıcak olmasına rağmen vücudumda hissettiğim titremenin sebebini anlayacak yaşta değildim. Sağ elini bana uzatarak yanına oturmamı işaret etti. Bir müridin utanama ve saygıyla karışık bir ruh hali üzerimde olduğu halde, suç işlemiş bir utangaçlıkla diz kırarak yanına oturdum.

Bana çok uzun gelen bir süre sustu. Başını yere eğdi. Adımı ve kim olduğumu sordu. Sesi huzur ve güven veriyordu. Yavaş yavaş kendime geliyordum. Sorularını zoraki cevapladım. Bana elinde bulunan kitaptan birkaç soru daha sordu. Ben dâhil o yaşta herkes tarafından bilinecek kadar kolaydı. Onlara da cevap verdikten sonra, yine kitaptan bir yer gösterdi. Gösterdiği yer, peygamberler ve sahabelerden sonra yazılan ve kısaltılmış tazim ifadeleri idi ve ne manaya geldiğini soruyordu. Onlara da cevap verdim. Sağ elini havada oval bir hareketle kaldırarak başımı okşarken “aferin” dedi. Ben başımın üstündeki elin verdiği okşama hissi ile “aferin” kelimesindeki huzuru ruhumda hissediyordum. Biraz oturduktan sonra bana “Hadi sen git beklemesinler” dedi. O andan itibaren hangi duygular içinde olduğumu anlatacak halde değildim. Elinin sıcaklığını başımda, sesini kulaklarımda hissederek yürüdüm.

O anı uzun süre unutamadım. O ne yumuşak bir eldi. Sanki bilinmeyen bir şey eliyle ruhuma sirayet etmişti. Halbuki sonraları çok sade konuştuğunu herkes biliyordu. Başkalarından daha fazla şeyler duymuştum. Ama onlarınki kuru bir sözden ileri gitmiyordu. Yani tesiri olmuyordu.

Hace İsmail Efendi bu iki hareketi ile ruh dünyama girmişti bir kere. Her ne kadar ondan maddi ve manevi uzak kalmışlığım olmuşsa da, ne kadar savrulmuşluğumuz olmuşsa da, o eli hep ensemde hissettim. Yalnız insanlık icabı yapılan hatalardan dolayı ara sıra “aferin” payesini duyamadım. Çünkü yaptığımız öyle işler vardı ki, değil aferin, tokat bile az gelirdi…

Herkesin ömründe bir dönüm veya başlangıç noktası vardır. Hace İsmail Efendi’de de öyle olmuş. Karayolu yapımı sırasında tanıştığı genç bir mühendis onda bir dönüm noktası olmuş gibi… Devrin şartlarında iyi bir tahsil görmüş olmasına rağmen, hatta günümüzde ki bir çok ilim sahibinin fevkinde olan bu zâta genç mühendisin ikazı onu başka bir mecraya sürüklemiştir.

Bizim oralarda Menderes yolu da dedikleri Karadeniz sahil yolu yapımı sırasında Abdülkadir Çetinkaya adlı bir mühendisle tanışır ve arkadaş olur. İşte tam bu sırada Hafız Ethem adlı Rize’li bir hocanın bölgeye geleceği duyulur. Bunu üzerine genç mühendis Hace İsmail Efendi ve arkadaşlarına Hafız Ethem’in eğitimli biri olduğunu söyler. Akabinde arkadaşı Hace İsmail Efendi’ye dönerek: “ Biraz çalışın, gelince belki size hoca diye soru sorabilir” dekten sonra Hace İsmail’in dünyasını alt üst eden ve o günden sonraki hayatına tesir eden cümleyi söyler:

“Adınız değil, kendiniz hoca olun!”

İşte o an on yaşındaki çocuğun başını okşayarak ruh alemini alt üst eden hocanın bu sefer kendisi bilmem kaç misli fazlasıyla sarsılıp nasıl bir halet-i ruhiye içinde olduğunu ancak ve sadece kendisi bilebilirdi.

“Adınız değil, kendiniz hoca olun!”

Kendiniz hoca olunuz ihtarını belki de ömrünün sonuna kadar unutmadı. Her sohbetinde ilmin kıymetinden bahsetmesi belki bundandı. Ben, o zamandaki anlayışıma göre “yolun sonuna yaklaşmış” bu pir-i faninin bundan sonra ilim neyine yarayacak kabilinden hezeyanlar içindeyken; O, yılmadan usanmadan tebliğ vazifesini yerine getiriyordu. Bir kelime daha fazla şey öğretmenin çabası içindeydi.

Biz ondaki bu gayretin sebebini idrak edecek ilmi ve ruhi olgunluğa ulaşmamıştık. O’nu anlamaya başladığımızda çok uzağındaydık. Her Cuma günü kar kış demeden evinden çıkar ve bir hafta boş kalan ve daha kadro verilmemiş olan camiin yolunu tutardı. Vaktin girişine yaklaşık bir saatten az bir zaman kala camiye girer Kur’an-ı Kerim okurdu. Ondan sonra camiye girenler edep ile oturup huşu içinde Kur’anı Kerim dinlerdi. Gelenlerin sayısı artınca sohbete başlar bu durum namaza kadar devam ederdi.

Sohbetleri ve vaazları sırasında bazen ağlardı. Bizim bir mana veremediğimiz bu hali oğluna sorduğumda şu cevabı verdi: Babam Arapca ve Osmanlı Türk’çesine vakıftı. Okuduğu Ayet-i Kerime ve Hadis-i Şerif’leri anlıyordu. Biz manasını bilmediğimiz için bize garip geliyor. İman-ı Kamil sahibi her insan, bazı kıssalar karşısında ağlamaması mümkün değil.

Onun en çok ıhlamur altındaki sohbetlerini severdim. Camiin dışında olduğu için daha samimi olurdu. Konuşurkenki yüz hatlarının tasviri mümkün değildi. İman ve ilim sahibi olmanın verdiği rahatlık, dinleyicilere huzur veren bir ses tonu, hakkı tebliğ etmenin nimeti, ve verilecek hesabın hüznü aynı anda çehresinde okunuyordu.

Yaşadığı müddetçe adı insani zaaflara ait hiçbir menfi hadiseyle anılmadı. Ne para tamahı, ne şöhret kaygısı vardı. Birçoklarına benzemiyordu. Resmi unvanı ve titri yoktu. Cemaatinin verdiği unvan beşeri olarak ona yetiyordu. “Kaba softa ham yobaz” sınıfından

değildi. Sakin bir hayat sürdü. Bir ömür kimseyle ne bir tartışması ne de anlaşmazlığı oldu.

Bir gün vefat haberi geldi. Sanki dünya başıma yıkılmıştı. Aynı köyde olmamıza rağmen akrabalık bağımız yoktu. Buna rağmen yokluğunun acısını yüreğimin ta derinlerinde hissediyorum. Ne ıhlamur eski gibi ne camii ne cemaat. Ne de saçımı okşayan müşfik bir el. Akıp giden ömür aynasından akseden bir suret gibi kaldı hafızamda. Öyle bir suret ki, rumuza “ büyük temel çivisini” çakıp gitti.

Ruhun şâd olsun!

Etiketler :

Bu Yazıyı Yazdır Bu Yazıyı Yazdır

Yorumlar Kapatıldı.



2007-2012 Bilgi Agi / Turkiye nin Interaktif Kose Yazari Gazetesi

Designed By Online Groups
ÇÖZÜM ORTAKLARIMIZ

bizajans, kent akademisi, sunubank