content

yazarportal-com-bilgiagi-net-tasviriefkar-com

20 Şub

Düşlerim, Aşkım Ve Kedim…

"Efeee Efeeee, gel buraya! maviş maviş bakma öyle”

Mavi yeşil gözleri dupduru bir ırmak gibi saydam ve parlak olan Efe koltuktan bir fırlayışta yanıma ulaştı. Ona doğru uzattığım elimi, yumuşacık bembeyaz tüylü bedenini yerde dans ettirerek mırıl mırıl seslerle yalamaya başladı.Misafirim kedimden biraz uzakta, tedirgin bir vaziyetteydi.

“Korkma abisi, bu çok candandır, bişey yapmaz”

“Senin, benim “kuzucuğum” olduğunu çoktan anladı”

Yakın zamana kadar kimsem yoktu. Kedim bile. Şimdi, bir Efe’m; bir de “kuzucuğum” var… Hiçbir zaman çok şey beklemedim hayattan. En zoru nedir diye düşündüm çokça..

En zoru belki de aşktı. Evet aşk.. Meğer çok yakınımdaymış. Aynı havayı yıllardır solumuşuz da farkında değilmişiz varlığımızın..

“Canım, çıksak mı, filme geç kalacağız?.”

“Ne kadar kaldı?”

“Valla sinemaya yarım saatte varırız”

“Hemen hazırlanayım, çıkalım”

“Efe anladı çıkacağımızı, bak nasıl huzursuz bakıyor”

“Sohbet ederiz onunla sonra, okşarız gözlerini, yanaklarını ve kar beyazı tüylerini..”

“Film sonrasında biraz oturup, iki kadeh bişeyler içebilir miyiz?”

“Elbette, zevkle”

Arabayı park edip sinemaya ulaştığımızda şehrin ışıkları yeni yanmıştı. Filmde kırık bir aşk hikâyesi anlatılıyordu. Kırılmış olan kadındı. Durgun ve coşkusuzdu. Erkek gergin ve öfkeliydi. İlişkilerine bir süre ara vermeyi önerdi. Kadın üzgün ve sessiz. Zaman geçince uzaklara giden kadını bulan erkek, “değiştiğini” söyleyerek, yeniden denemek istese de kabul görmeyince geri döndü. Filmde iki sevgilinin ruhlarındaki iniş-çıkışlar doğanın mevsimsel dönüşleriyle bir arada ele alınmaktaydı. Kaş’ta yaz, İstanbul’da sonbahar ve Kars’ta kış yaşanıyordu.

Film sonrası Yıldız’da bir pastaneye gittik.

Ankara’nın ılık, turuncudan yalnızlık sarısına dönüşen bir akşamında iki sıcak, demli çay istedik. Yanımdaki adam hep, birlikte yaşamak istediğim kişiydi. O benim “kuzucuğum”du. Yağmur gözlü, güneş yüzlüydü..

Bilimden, sanattan, özellikle de edebiyattan söz etti. İki büyük tutkusu varmış. Biri “ben”mişim. Diğeri de yazmak..

Belli ki sevgisi derinlikliydi. Ben de kendimi o derinlikte çok özel bir sıcaklıkta hissediyordum.

Yaşamın beni sonunda mucizevî biçimde ödüllendirdiğini anlamaya başlamıştım. Hep özlediğim biri, bir sevgi, bir yaşam tılsımı gelip, çok da zahmetsizce bulmuştu beni..

Bu sevgiyi anlamak, korumak ve yaşamak hatta yaşatmak kolay olamazdı. Bunun için “sevgi emektir” demişler. Bunu da yeni anlamaya başlamıştım.

“Kuzucuğum” dedim, buğuları, üzerinde lüle lüle dans eden çay bardaklarını göstererek;

“Nasıl bu kadar masum bakabiliyorsun çaylara”

“Kendiliğinden” dedi.

“İçimde bir ılık ırmak akıyor. Sanki su değil, sevgi sözcükleri, yaşam, aşk, derin sevgi, bağlılık, en güzel güzellik, sımsıkı kucaklanmış mutluluklar, gözlerinde dupduru akıp giden pırıltılı gülücükler..bal gözler, ince uzun parmaklar ve öykü kokan eller…”

“Portakal çiçeği gibiymişim” öyle dedi bana,”olgunluk ve tazelik iç içeymiş bende”, “Meyve ve çiçek yan yanaymış”, valla bunları ben uydurmuyorum. “kuzucuğum” aynen böyle söyledi.

Yakut kızılı, safran sarısı ve tül kahverengisi karışımı bir Ankara akşamında orta yaşlı, yağmur gözlü bir genç adamla sohbet etmek belki de erişilmez sandığım düşlerime doğru ilk kanat açışımdı..

O anlattıkça içimin derinlerindeki kımıltıların nasıl alevlendiğini, yüreğimde hep saklı bir hazine gibi sessiz bekleyen senfonilerin nasıl notaya döküldüklerini anlatamam.

Hayata karşı aldırmaz bir başkaldırışı var. Bunu ancak içine doğru derin bir sevgiyle eğilebilirseniz görebilirsiniz.

Bu başkaldırının altında yatan şey şu: çok sevenler “ birlikte” olana dek kalabalıklar içinde hep yalnızdırlar. Beraber olduklarında da var olmanın dayanılmaz lezzetini tadarlar. Onun dışında insanlar arasında yokluğun soğuk rüzgârını duyumsarlar.

Ama aslolan yaşamak ve yaşatmaktır yaratılan güzelliği. Bazı beraberlikler başka birçok şeyden vazgeçişleri gerektirebilir. Bu sevilene ve sevgiye yoğunlaşmaktır. Çevredekilerin düşüncelerine aldırmayacak kadar yaşadıklarıyla büyülenmek..

“Ben böyle miyim?” dedi bal gözlü kadın..

“Evet, sevgi söz konusu olunca inanılmaz cesursun”

Bal gözlüm, sevgin öyle derin, öyle sağlam ki..bir sohbetimizde çam ağacına benzetmiştin sevgiyi.

Zaman zaman esen rüzgârlarla dallar sallanabilir, yapraklar dökülebilir ama kök yerindedir ve hep sağlamdır. Ayrıca çok emek verilir çam ağacına.

“Hayatım, salatayı nasıl seversin?”

“Çoban olsun, anısı var çünkü”

“Nasıl yani?”

“Küçüklüğümde ineklerimiz vardı, ben fındık bahçesinde otlatırdım onları”

“Elimde Oktay Akbal’ın, Sait Faik’in kitapları olur, kelimelerin arasında büyülenirdim ve hep yazar olmak isterdim.”

“Şimdi yazmaktasın”

“Evet, bişeyler karalıyoruz artık”

“Nedir yazmak?”

“Bilmem ki belki de içimizdeki denize uzanmak, dalgaların başladığı yerlere doğru kulaç atmaktır.”

“Yani insanı anlama ve anlatma çabasıdır, demek istiyorsun.”

“Evet, benim zeki bakışlım, meseleyi hemen çözdün, senin içinde de yoğrulmayı bekleyen bir edebiyat hamuru var.”

“Bundan sonra içimizdeki hamurlara şekil vermeye çalışalım mı?”

“Zevkle kabul.”

Masayı birlikte hazırladık. İyi pişirilmiş biftek, bol limonlu çoban salata, insana gülümseyen kalecik şarabı ve kasette Yavuz Bingöl: “yağmur ol gel, bulutlar yoldaşın olsun, rüzgar ol gel..”

“Neye içiyoruz?”

“Derin sevgiye”

“Derin ve bitimsiz sevgiye…”

Yaşamı bilimle açıklamak, felsefeyle anlamlandırmak, edebiyatla anlamak ve anlatmak, sanatla incelmiş duyarlıklara uzanmak ve sevgiyi çoğaltarak gelişmek..

Gök mavisi ve fındık yeşili gözleriyle koltuğa uzanmış bulunan Efe sessizce süzüyordu bizi..

Belli ki poz vermiyordu, ama hikâyesinin yazılacağını belki de seziyordu…

Etiketler : , , , , , , ,

Bu Yazıyı Yazdır Bu Yazıyı Yazdır

Yorumlar Kapatıldı.



2007-2012 Bilgi Agi / Turkiye nin Interaktif Kose Yazari Gazetesi

Designed By Online Groups
ÇÖZÜM ORTAKLARIMIZ

bizajans, kent akademisi, sunubank