content

yazarportal-com-bilgiagi-net-tasviriefkar-com

07 Şub

“Beyaztürk, Karatürk…”

Türk kelimesinin, Türkçülüğün yıllardan beri tartışıldığı, Nasyonalist Ziya Gökalp’ın önderlik yaptığı kavram kargaşalarından biri de “BEYAZ TÜRK” VE “KARA TÜRK” olarak tartışılır, yazılır, konuşulur, gerisi yok…
Aslında dönme Yahudilerin, Sabatayistlerin kendilerine taktığı bir yafta “BEYAZ TÜRK”..

Tarihçi Prof. Dr. İlber Ortaylı Beyaz Türk kavramını yeniden tanımladı.
Yıllardır tartışılıp durur 'Beyaz Türk'ler. Kimine göre Türkiye'nin yıllardır iç içe yaşadığı ama bir türlü çözümleyip özümseyemediği sosyolojik bir buluş. Kimine göre de sınıfsal dayanağı olmasa da yaşamda karşılığı bulunan kaçınılmaz bir olgu. Kimine göre ise referandumda 'hayır' diyenleri tanımlıyor.
‘Bizdeki Beyaz Türklerin vasıfları yeterli değil! Kısacası bizdeki Beyaz Türklerin rengi pek beyaz değil! O kadar çok balçık tarafları var ki! Standardı son derece düşük bir takımdan bahsediyoruz'
Paraları var ve ona göre bir yaşamları var da ondan. Bugün dünyanın her yerinde paralı Türkler görmeniz mümkün. Her birinin New York, Londra, Paris'te apartmanları var, dünyanın en seçkin lokantalarında onlara rastlayabilirsiniz. Bu çok önemli bir şey. Ama başka faaliyetlerde yoklar. Yurtiçinde hiçbir organizasyonda yer almıyorlar. Topkapı'ya kaç kişi bağış yapıyor hiç sordunuz mu?
Bir de 'Beyaz Müslüman'lar var. Bu iki tanımı birbirinden ayıran unsurlar neler?
Müslüman burjuvazisi şimdi yeni yeni yükselişte. Onların çocukları giyim kuşama düşkün. Pahalı markalar giyiyor, jöle kullanıyor, lüks otellere gidiyorlar. Ne yapıp edip Amerika'nın, İsviçre'nin büyük üniversitelerinde okuyorlar. Bu şüphesiz ki büyük bir atılım. Ve Türkiye'deki İslamcı elit sınıfı dünyanın diğer tarafındaki İslamcı çevrelerden ayıran bir özellik! Fakat yetersizler. Henüz daha yolun başındalar.

Ertuğrul Özkök bir yazısında 'Beyaz Türk lafını her geçen gün biraz daha seviyorum çünkü onları temsil eden yüzde 42'lik bir kesim var' demişti. Referanduma 'hayır' diyen bu kesimin adı sizce de Beyaz Türk mü? Onlara başka ne diyebiliriz?
Valla o çok başka bir şey, çok karmaşık! Beyaz Türkleri herhalde kendince belirli bir dünya görüşü olan, belirli bir yaşam tarzına özenen, benimseyen bir takım olarak nitelendiriyor Özkök. Ben de sana AK Parti'ye oy veren, referandumda 'evet 'diyen bir sürü grup söyleyebilirim Beyaz Türk diye nitelendirdikleri... Hiç alakası yok oysaki. Bu kitlenin profilini referandumlar vermez. Siyasi yaklaşımda böyle bir ayrım yapmak pratik nedenlerle Ertuğrul'un yaptığı gibi işe yarayabilir, faydacıdır ama bilimsel açıdan karşılığı bu değildir. Türk toplumun elit yetiştirmesi için daha çok fırın ekmek yemesi lazım. Maalesef yapamamışız. Alçı tutmuyor devamlı dağılıyor.’
Onlara göre Müslüman olan, Yahudi, dönme Yahudi, sabatayist olmayanlar…Beyaz Türk için; Karatürk’ün malı, canı, ırzı,namusu Yahudi’ye, Yahudilere caiz…
Bunların dışında bir de ırkçılığa götürülen Türkçülük akımı var, kökü şamanlıktan gelir.

TARİH VE İNANÇ KATLİAMI..
Tarihi doğru olarak anlatmaz, yorumlamaz, “Hainlere” kahraman, “Kahramanlara” hain diyen bir siyaset güderseniz, gelecekten endişe edilir, kavram kargaşaları ve kaos meydana gelir; bugün olduğu gibi..
TV 5’te, 30 Eylül 2011 tarihinde TARİHİN IŞIĞINDA isimli bir program izledim. Program sonuna kadar hop oturdum, hop kalktım ve sinirlerime zor hakim olumdu, ağzımı bozdum..
Çoğumuzun bildiği, bilmesi gerekenlerin bilmediği tarih ve inanç katliamını bilgi/belgelerle gördük.
“Sözlerin, hislerin veya düşüncenin belli semboller ile ifade edilmesine yazı denir. Yazı, insanlık tarihi kadar eskidir. Biz Müslümanlar olarak, ilk insan Hz. Âdem Aleyhisselam’a peygamberlik vazifesi sebebiyle 10 sahife verildiğine inanıyoruz. Yine Hz. Şit’e 50, Hz. İdris’e 30, Hz. İbrahim’e 10 sahife verildiğini, peygamberlerin bazılarına da kitap gönderildiğini biliyoruz. O halde bizler, yazıyı M.Ö. 4000 yıllarında yaşayan Sümerler ile başlatamayız. Fakat, şu an elde bulan verilere göre M.Ö. 4000 yıllarında Sümerler sırf resimlerden oluşan bir yazı kullanmıştır, diyebiliriz. Yine M.Ö. 4000-3500 yıllarında Mısır’da, yarı resim yarı harflerden müteşekkil “hiyeroglif” adını verdiğimiz yazı kullanılmıştır. Şu an dünyada kullanılan harf sistemlerinin (alfabelerin) temelinin bu hiyeroglif yazısı olduğu görüşü yaygındır. Merkezi, Antalya’nın Fenike ilçesi olan, kıyı şeridi boyunca Lübnan’a kadar toprakları genişlemiş bulunan ve ticarette çok ileri olan Fenikeliler de, Mısır hiyeroglif (harf + resim) yazısından neşet etmiş, fakat işaret sistemi sırf harflerden ibaret olan bir alfabe kullanmışlardır. Bugün kullanılan pek çok alfabenin temeli Fenike alfabesine dayanmaktadır. Latin alfabesi de Arap alfabesi de Fenike alfabesinden türemiştir. Latin harflerinin kadim şekli ile Arap harflerinin birbirine benzer yönlerinin olmasının bir sebebi de köklerinin bir olmasıdır. Latin rakamlarının Arap rakamlarından alındığını ise açıktır.

Arap harfleri ile yazılı bulunan kitabelerden en eskisinin miladî 512 yılında yazılmış olduğu göz önüne alınırsa Arap harflerinin İslamiyet’in doğuşundan bir iki asır önce ortaya çıktığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Fakat bu harflerin asıl tekâmülü İslamiyet ile birlikte olmuştur. Zira mukaddes kitabımızı en güzel şekilde yazma gayreti, Müslümanların yazıya, ibadet nazarıyla bakmasına sebep olmuş, yazı, kuru bir işaret sisteminin ötesinde bir sanat boyutu kazanmıştır. Arap yazısına sanat ve estetik açısından ilk büyük katkıyı ilmin kapısı olan Hz. Ali (ra) yapmıştır. Onun kûfî hatta olan katkıları adeta kendisinin, kûfî hattın mucidi sayılmasına sebep olmuştur.

İslamiyet’in ilk yıllarında kûfi ve nesih olmak üzere iki yazı çeşidi bulunurken hicrî ikinci asırda bu sayı 20’yi geçmişti. Müslümanlar Kur’ân alfabesine ibadet hissiyle yaklaştıklarından bu alfabeye pek çok katkıda bulunmuşlardır. Arapların dışında İranlıların ve hâssaten Türklerin bu yazıya olan katkıları, onların Arap yazısı diye isimlendirilmelerinin yanlışlığını ispat edecek kadar fazladır. Müslüman olan her kavim ibadet gayesi ile Kur’ân yazılarını öğrenmiş ve bu alfabeyi kendi diline uyarlama gayreti içerisinde bulunmuştur. Diğer taraftan Arap yazısının iptidaî tarzda kalmayıp tekamül etmesinin yegane sebebi İslam dinidir. O halde bizim bu harflere Arap harfleri dememiz yanlıştır. Doğrusu İslam harfleridir. Nitekim Türkler İslam harfleri ile pek çok yeni yazı tarzı icad etmiş, mevcut yazı türlerini de en mükemmel tarzda tekamül ettirmiştir. Hassaten II. Beyazıt devrinden itibaren, özellikle Yavuz’dan sonra İstanbul, hat sanatının merkezi haline gelmiştir. O kadar ki İslam dünyasının her yerinde, “Kur’ân; Mekke’de nazil oldu, Mısır’da okundu, İstanbul’da yazıldı” sözü meşhur olmuştur.

Türkler İslam harflerine kendi zevkini ve sanat anlayışı katmakla kalmamış, İslam harflerinin Türkçe bazı sesleri karşılama noktasındaki eksiklikleri de gidermiştir. “p”, “ç”, nazal “n” gibi eksik olan harfleri mevcut harflerin noktalamasında bir takım değişiklikler yaparak karşılamış ve 28 harfli olan Kur’ân alfabesini 36 harfe tevsi ederek Türkçe için elverişli hale getirmiştir.

Türkçemiz için fonetik (telaffuz) açıdan bir problemi bulunmayan ve morfolojik (şeklî) açıdan mükemmel bir terakkiye ulaşmış bulunan İslam harfleri, maalesef 1 Aralık 1928’de yasaklanarak yerine Latin harfleri kullanılmaya başlandı.
İslam harflerinin ilgasının en önemli sebebi, devrimcilerin kurtuluşun Batıda olduğu vehminde olmaları, bu sebeple de Türkiye’nin istikametini batıya çevirmeleridir.

Maalesef bu inkılap çok hızlı bir şekilde yapılmış, İslam harfleri ile yazmak ve neşriyatta bulunmak yasaklanmıştır. Memleketteki yüz binlerce insanın bir anda okuma yazma bilemez hale gelmesini hiç önemsenmemiştir.
Dünyada pek çok millet alfabe değişikliği yapmış, fakat hiçbirisi bizdeki gibi sert olmamıştır. Mesela Türkler İslamiyet’i kabul etmeden önce Uygur harflerini kullanmaktaydılar. İslam’ın kabulü ile birlikte İslam harflerini de kullanmaya başlamışlar, fakat çok iptidaî bir yazı da olsa Uygur harflerini asla yasaklamamışlardı. İslamiyet’in tesirinde yazılmış olan ilk Türk eserlerine (Atabetül Hakayık vs.) baktığımız zaman hem Uygur harfli nüshalarına hem de İslam harfleri ile yazılmış olan nüshalarına rastlıyoruz.

İslam harflerine Arap damgası vuran devrimciler, yıllarca okullarda İslam harflerini Arap harfi sıfatıyla kötüleyip harf devrimi sayesinde Türk harflerinin geldiğini söylediler. Bu propagandanın yapılmasının en önemli saiki devrime millî kisvesi giydirebilmekti.

Pek çoğumuz bu hataya düşüp kullandığımız alfabeye Türk alfabesi diyoruz. Halbuki Latin harflerinin gerek Türk tarihi ve gerekse Türkçe ile uzaktan yakından alakası yoktur. Şayet bu devrim milliyetçilik saikıyla yapılsa idi Türklerin icat ettiği ve kullandığı iptidaî Göktürk veya Uygur alfabelerinin kabul edilmesi gerekirdi. Diğer taraftan Türklerin İslam harflerine olan katkılarını düşünürsek, İslam alfabesi üzerinde devam etmenin daha millî bir hareket olacağı da aşikardır. Zira Türkler, Arapların veya Farsların bulduğu pek çok yazı çeşidini güzelleştirmiştir. Mesela talik hattı İranlılar bulmuş, fakat bunu en estetik ve en güzel tarzda Türkler yazmıştır. Diğer taraftan Türkler İslam harfleri ile pek çok yazı hattı da icat etmiştir. Mesela el yazısı olan rikayı Türkler icat etmiştir. En çok kullanılan hatlardan rika, sülüs ve nesih Araplar arasında hatt-ı Türkî namıyla bilinir olmuştur. Hüseyin Cahit Yalçın, Ahmed Emin Yalman, Falih Rıfkı Atay gibi inkılapçıların pek çoğu bile ömürleri boyunca notlarını rika tarzındaki İslam harfleri ile almışlardır. Çünkü İslam harfleri ile daha pratik ve hızlı not tutulabilir. Devrimcilerin aldatmacasına inanarak harf inkılabı sayesinde Arap kültüründen kurtulduğunu sananlar hakikatte 1000 yıllık Türk kültüründen koptuklarının bilmem farkında mıdırlar?
Harf inkılabını savunanlarının bir diğer söylemi de, bu inkılap sayesinde Türklerin batı alemi ile daha kolay ilişki kuracağı ve bu devrim sayesinde batı aleminin teknolojik ilerlemesinden uzak kalınmayacağıdır. Bu iddiayı çürütecek en önemli örnek Japonya ve Çin örneğidir. Bu ülkeler çok iptidaî olan ve öğrenilmesi çok zor olan kendi alfabelerini muhafaza etmişlerdir. Buna mukabil teknolojik ilerleme açısından batı ülkelerinin fevkindedirler.

İslam harflerinin Latin harflerinden üstün olduğu apaçık bir gerçektir. İslam harflerinde kavisler hakimdir. İslam harfleri ile yazan insanlar, gerek bedenen ve gerekse zihnen yorulmaz. İslam harfleri zihni inkişaf ettirir. Hafızaya yüklenmez. Bu yüzden dinlendirici bir mahiyeti vardır. Zira II. Abdülhamid devlet işlerinde yorulduğu zaman hüsnü hat ile meşgul olurdu. Bir insan hüsnü hat ile ne kadar uğraşırsa uğraşsın yorulmaz. Yeknesak (tek düze) uğraşlar hafızayı yorduğu gibi göz için de tembelliğe sebep olurken bu durum İslam harflerinde görülmez. Onun kavisli ve insan ruhunu okşayan harfleri göz sağlığı için gereklidir. Nitekim 1950’li yıllarda İstanbul’da bir Rum göz doktoru muayenehanesine “Gözlükten kurtulmak isteyen hüsnü hat ile meşgul olsun” yazılı bir levha asmıştır. Gerçekten küçük yaşlardan itibaren Kur’ân-ı Kerim okuyan dedelerimize-ninelerimize baktığımızda, onlarda göz bozukluklarına pek rastlanmadığını müşahede ederiz. Diğer taraftan İslam harfleri sağdan sola yazıldığı için insanı yormaz ve daha hızlı yazı yazmaya imkan sağlar.
İslam harflerinin Latin harflerinden üstün bir diğer yönü de sanat yönüdür. Dünya yazıları içinde sanat ve estetik boyutu bu derece olan ikinci bir yazı yoktur. Picasso’dan Salvador Dali’ye varıncaya kadar pek çok yabancıyı, bizim yazımız büyülemiştir.

Latin harflerinin sanat boyutunun olmamasından başka bir de Türkçemizin fonetiğini (telaffuzunu) karşılamada bazı eksiklikleri mevcuttur. Bir imparatorluk dili olan Türkçemize tabiî olarak Arapçadan ve Farsçadan pek çok kelime geçmiştir. İslam yazısında üç çeşit “s” , “t” , “h” harflerinin mevcut olması, buna mukabil Latin yazısında tek bir “s”, “t” veya “h” harfinin kullanılması, dilimize Arapça veya Farsçadan geçen pek çok kelimede anlam karışıklıklarının ortaya çıkmasına sebep olmaktadır. Türkçemizde nazal “n” sesi mevcut olduğu halde, Latin harflerinde bulunmamaktadır. Ayrıca Türkçemizde biri kalın diğeri ince olmak üzere iki çeşit “k” sesi mevcuttur. İslam harflerinde biz kalın olanı ‘kaf’ ile, ince olanı da ‘kef’ ile gösteriyoruz. Mesela “kâtip” veya “kâğıt” kelimesindeki “k” harfi ‘kef’ ile yazılmaktadır. Latin harflerinde ise bu “k” nin ince olduğunu göstermek için kendisinden sonra gelen ünlüye şapka takılmaktadır, “a” harfi ile “k” nın ne alakası varsa?.. Azeriler ince “k” nin yerine “q” harfini kullanmaktadırlar. Bizlerin, ince “k” gibi, nazal “n” gibi, sesi mevcut olup da sembolü bulunmayan harflerimiz için yeni harfler bulmamız veya mevcut harflere birtakım ilaveler yaparak yeni semboller oluşturmamız gerekirken, alfabemize “x”,“w” harfleri girmeli mi girmemeli mi tartışmaları yapması gereksizdir. Görüldüğü üzere harf devriminden 76 yıl geçmesine rağmen ne Türkçenin fonetik ihtiyaçları karşılanabilmiş ne de bir imla birliği sağlanabilmiştir. Her tarafta bir kargaşa vardır. Herkesin kendine has bir imlası vardır. Türk Dil Kurumu bile bastığı imla kılavuzunda her sene pek çok değişiklikler yapmakta, bugün koyduğu imla kaidesini yarın kendisi kaldırmaktadır.

Harf inkılabından daha vahimi öztürkçecilik adıyla başlatılan ve hâlâ devam eden akımdır. Bize mâl olmuş binlerce kelimenin yok Arapça yok Farsçadır diye lisanımızdan atılması müthiş bir lisan fakirliği getirmiştir.
İslam harflerini yaşatmak bizim için millî bir vazifedir. Zira 1000 yıllık kültürümüzle irtibat kurabilmemiz ancak İslam harflerini öğrenmekle mümkün olabilecektir. Üniversitelerde bilim adamlarımızın ömrü hamallıkla geçmektedir. Derya gibi geniş olan Osmanlıca eserlerimizle genç nesilleri buluşturmak isteyen ilim adamlarımız, bir taraftan İslam harfleri ile yazılmış eserleri Latin harfleri ile neşrederken diğer taraftan da sadeleştirme işlemi ile uğraşmaktadırlar. Devrimci zihniyetin dili sürekli bozması sebebiyle de neşredilen bir eser için, aradan daha 40-50 sene geçmeden tekrar sadeleştirilme ihtiyacı doğmaktadır. Böylece eski birikimlerin üzerine yeni bir şeyler koyma durumunda olması gereken, yeni bir şeyler üretmesi beklenen pek çok bilim adamımız vaktini çevirilerle harcamaktadırlar. Halbuki yapılması gereken şey, en azından ortaokul yıllarından başlayarak gençlerimize Osmanlıca öğretmektir. Bizler Osmanlıca öğretilmesini hem dinî hem de millî bir kaygının sonucu olarak istemekteyiz. Osmanlıca öğretilmesine karşı olanların sayısı, nüfusun %5’ini bile bulmaz. Buna rağmen onların sözünün geçmesi, okullarda ders kitaplarının uydurukça, sevimsiz ve basit kelimelerle dolu olması bizlerin sesinin cılız çıkmasından ve aynı şeyi isteyen farklı görüşlerdeki insanlarla ortak hareket etmeyişimizden kaynaklanmaktadır. Bizler, gençlerimizin millî ve manevî açıdan katledilmelerine seyirci kalamayız. Bazı mahfillerin, sûnî ve yapmacık yiyecekler yiyen, sûnî ve yapmacık kelimelerle düşünen, sanat ve medeniyet nedir bilmeyen hissiz ve fikirsiz gençler yetiştirmesine asla müsaade etmemeliyiz.

Latin asıllı batı uygarlığının kan ve vahşet dolu geçmişi mevcutken, aynı uygarlığın hâlâ Irak’ta, Filistin’de cinayetler işlediği veya işlenen cinayetlere tepkisiz kaldığı hepimizin malumu iken, daha onlara hayranlık duymak, bu hayranlığın neticesi olarak onları taklit etmek ne büyük hüsrandır.
İslam harflerinden uzak olmamıza rağmen şu an hâlâ en güzel hüsnü hatların İstanbul’da yazılması bizi çok sevindirmektedir. Yüzyıllarca İslam kültür ve medeniyetine hizmet etmekle şeref bulmuş olan Türkler, inşallah tekrar İslam medeniyetinin temsilcisi olacaktır.
Allahu Teala yazımızdan yaşayış tarzımıza kadar her şeyimizle tekrar kendimize gelebilmeyi, kendimiz olabilmeyi bizlere nasip etsin. Amin.” (internet sitelerinden)
Harf İnkılabı yıllarında, Ankara caddelerinde “Elif/Be/Te/Se/Cimdallı köse/ Arap harfleri girdi kafese” çığırtkanlıkları unutulur mu. Baskı, zulüm işkence, dayatma, sürgün, ölüm cezaları hafızalardan silinebilir mi? Devr-i Sabık ve Milli Şef Döneminin “Kara Kitab”ı unutulabilir mi?..
O tarihlerde İstanbul Sultanahmet camisinde, ve diğer camilerde sarığa benzedikleri için kesilen mezar taşları, kitabeler, sarıklı başları kesilen alimler için açılan sergi, Devr-i Sabık” ta İsmet İnönü kabinesinin beş maddelik özel bir kanunuyla kaldırılan, tarihi eserlerden silinen, kapatılan Osmanlı tuğra ve işaretler ayrı bir yara, ayrı bir inanç katliamı…Önce saray sonraları genel kurmaya tahsis ve şimdiki haliyle ecdadın ismi silinmiş yerine vidalarla TC konulmuş. Böyle yüzlerce eser var. Türbeler, çeşmeler, han/hamamlar, Bursa’daki Osman Gazinin giriş kapısı üstünde sonradan konan tuğra gibi yürek burkan tarih ve inanç katliamları…Sadece Bursa’da yağma edilen, yok pahasına satılan iki yüz bin vakıf eseri…
Şapka Devrimi bir dayatma, bir inanç katliamı değil midir? Milletin başına zorla şapka koyacaksın diye, cami kapılarında bekleyen jandarmalar tarafından başında şapka olmayanlara katran kovalarından zorla katran sürüp, onları şapka almaya zorlayan zihniyet, bir utanç vesikası değil mi? Yahudi Vitali Hakko o tarihlerde kurduğu şapka sanayi ile, bugün bildiğimiz Vakko sermayesinin ağa babası değil midir? Bir ambar dolusu hububatla, o tarihte bir şapka alındığı acı gerçeği ve zulüm unutulabilir mi? Nice âlim, hoca, ve Atıf Efendi Şapkaya muhalefeti yüzünden idam edilmediler mi? Sözüm ona bürokrasinin, devleti yönetenlerin, halkın başında bulunanların fötr, avamın şapka giydiği ve herkesin şapka takmakla hükümlü olduğu kanun hâla yürürlükte değil mi? Kim şapka örter, kimler fötr giyer?..
“Bir dokun,bin ah dinle!...” gerçeğinde; ne zaman bir yürekten “oh!” çekmek bize nasip olacak, ciğerlerinden kamışla kan çeken dertli insanımız ve dava adamları rahat yüzü görecek?
Kıyamet’e ve Mîzân’a kadar bekleyecek miyiz?

 

Etiketler : , , ,

Bu Yazıyı Yazdır Bu Yazıyı Yazdır

Yorumlar Kapatıldı.



2007-2012 Bilgi Agi / Turkiye nin Interaktif Kose Yazari Gazetesi

Designed By Online Groups
ÇÖZÜM ORTAKLARIMIZ

bizajans, kent akademisi, sunubank