content

yazarportal-com-bilgiagi-net-tasviriefkar-com

07 Haz

Ali Ülkü Hocamızı Uğurlarken Bir İstanbul Siyasallılar Gecesi Yaşadık

Dün akşam, Gerçekleri Söylemekten Korkmayınız-İstanbul Siyasal Kuruluş” belgeselinin galası için Almanya’dan gelen Ali Ülkü Azrak hocamızla uğurlama yemeğinde buluştuk. Sınırlı katılımcıları derneğe emeği geçenlerden seçmek zorunda kaldık. Keyifli gecede, nereden duymuşsa (J), Burhan Şenatalar hocamızda geldi… Fakültemizin kuruluş ve kurumsallaşma yıllarında emeği geçen bu iki eski mesai arkadaş ve dostun, kulaklarım duymasa da, uzun usul usul yaptıkları sohbeti izledim keyifle…

Sonra diğer öğrencilerde katıldılar sohbete… Konuşmalar düzeyli, sakin, sevecen, dostça, bilgeceydi… Kavramlar üzerinde mutabakat olunca derdini anlatmakta, anlatılanı anlamak da kolay oluyor… Gördüğüm o ki, beyin düşündükçe, çalıştıkça bedenden daha geç yaşlanıyor. Zaten yaş ellileri aştıkça sorunumuz bedenin beyne ayak uyduramaması galiba…

Yaşamın pratiği, devinimi, diyalektiği hepimizin gençliğimizin şablonlarından kurtulduğumuzu gösteriyordu konuşmaların içeriği… Ve hemen hemen herkes inançlarını, ideolojilerini yaşamın testinden geçirmiş olarak seçiyorlardı kelimeleri… Ve kelimeler sloganlaşmadan uzak bilgelik sergiliyorlardı…

Siyasal bilimler eğitimi alıp da siyasete ilgi duymamak, 60-70 ve 80’lerin kuşakları için mümkün değildir doğal olarak… Konuşulan siyaset ise kişiler üzerinden değil olgular ve kavramlar üzerinden yapıldı İstanbul Siyasalın kuruluş ekolüyle örtüşür olarak… Birkaç şey ön plana çıktı aklımda yer ettiği kadarıyla…

Halka yakın olmakla halk popülizmini ayırıyordu konuşanlar. Bu bana, rahmetli Murat Sarıca hocamızın bir sözünü anımsattı: “Eşitliği tabanda değil tavanda aramak gerekir, tabandakini tavana yaklaştırmadan adaleti sağlayamazsınız…” Bu kolay bir şey değil tabii ki, ekonomiyle ilgili, insan kaynağınızın emek verimliliğinin artmasıyla ilgili, refah seviyesinin yükselmesi ve refahın adil dağılımıyla ilgili… Bunun içinde en başta, “dünyaya çağ atlatmayı” başaran ülkeler seviyesinde eğitime kaynak ayırabilmek ve bireysel özgürlüklerin yolunu açma becerisi göstermek gerekiyor.

İşi gereği sık sık yurtdışına giden bir arkadaşımız, yeni fırsat alanlarını görmek gerektiğinden hareketle, ileri ülkelerde (ABD’den örnek verdi) zihinsel yeteneklerini geliştirip kullanabilen yöneticilerin gelir seviyelerinin yüksekliğinden söz etti… Araya girerek, “peki bunu miras bırakabiliyorlar mı?” diye sordum. Herkes, beyinsel faaliyetlerin miras bırakılamadığını biliyordu doğal olarak. Ben bunun üzerine muzipçe, “bu da Marks’ın mülkiyet karşıtlığını haklı çıkarıyor..” dedim. Şaka bir yana benim görüşüm, 21 yy da mülkiyetin kimde olduğu önemini yitirecek, nasıl yönetildiği ön plana çıkacak… Devletlerin başta kamu kurumları olmak üzere diğer özel ve kamu niteliğindeki kurumlarının toplumsal ihtiyaçlarının giderilmesinde örgütlenmeleri ve bu örgütlenmelerin yönetimi önem kazanacaktır.

Kapalı kutu şirketlerin batmaları fıtrat değil basiretsizlik olarak değerlendirilip, kıt kaynakların etkin kullanılmadığından hareketle “yönetimlerine” müdahale edilebilinecektir. İşte bu aşamada mülkiyetin sahipliği önemini yitirmektedir. Zaten bunun örnekleri en özgürlükçü ve mülkiyetçi ABD’de bile görülmeye başlanmıştır (General Motors örneği). Mülkiyete bundan böyle “sosyal fayda/sosyal maliyet” analizleri devreye sokularak kamu yararı adına müdahale edilecek gibi görünüyor. Kötü bir taklitle, bazı ülkelerde müdahale, Osmanlı’da olduğu gibi, siyaseten mal müsaderesi şeklinde de olma riski taşıyabilir.

Seçmen davranışları da konuşuldu CHP’nin aldığı oylar ve oluşturduğu politikalar  üzerinden… Zaten hangi toplantılarda CHP konuşulmuyor ki… İktidardaki AK parti’nin, sosyal yardımlarla, az da olsa bağladığı yaşlılık, analık maaşlarıyla tabanın sempatisini kazandığı ifade edildi. Düşküne yardım etmek kimsenin hayır diyemeyeceği bir olgudur. Lakin benim gördüğüm iki alanda ters tepmeye başlamıştır. Özellikle kırsal kesimde, devlet, dernek veya cemaatler aracılığı ile sağlanan ayni ve nakdi yardımlarla bir ailenin geliri artık asgari ücretin üzerine çıkabilmektedir. Bu yardımlarla geçinen aileler işsiz olsalar da Genel Sağlık Sigortası priminden kurtulmaktadırlar.

Birde aile içine doğrudan gelir desteği girdimi… Ailenin çalışabilecek durumda olan fertleri çalışmak yerine kahvelerde vakit geçirmektedirler veya kayıt dışı çalışmaktadırlar. Ama yaklaşık asgari ücretin 2/3 ü aylık bağlanan birisi, geliri olduğu için diğer sosyal yardımlardan faydalanamamaktadır. İkincisi bir örnek vereyim, asgari ücretle çalışıp 2.100 Tl ve üzeri brüt maaşı olup işsiz kalan birisi en fazla 10 ay olmak üzere 850 TL işsizlik maaşı alabilmekte, bir asgari ücretli ise 425 TL işsizlik maaşı alabilmektedir. Bu sistem sürdürülebilir sistem değildir. Asıl olan kişileri istihdam yoluyla gelir sahibi yapabilmek olmalıdır.

Siyasalın bir özelliği kamu veya özel çeşitli çalışma alanının geniş olmasıdır. Aldıkları eğitimin, daha doğrusu öğrenmeyi öğrenmenin özgüveni ile çalıştıkları kurumlarda yükselmeleri mümkün olmaktadır. U şeklindeki masanın etrafında işlerinde üst seviyelere gelmiş arkadaşlar vardı haliyle... Pazarlamacıları ve finansçıların çok sık kullandığı kavramlar burada kullanıldı: Üretilen politikaların halk nezdinde bir karşılığı, satın alınabilirliği olması… Tabandaki halkın beklentileri, hayatının kolaylaşması, temel ihtiyaçlarının karşılanması… Bu beklenti içinde olan halk, haliyle istikrar istiyor, yamanında riski (misal krizler) olmasın istiyor. Peki bu mantalitedeki bir beşeri sermaye ile çağı yakalamak veya çağ atlamak mümkün olacak mıydı? Bir değerli arkadaşımız hemen atladı: “İşte ben bunun için bizim gibi ülkelerde jakobenlik gereklidir, diyorum.

Birde Soma faciasında görüldüğü üzere özel sektöre devredilemeyecek sektörler ve stratejik işletmelerin devlette kalmasından yanayım…” Jakobenlik bizim tarihsel sürecimizde elitçi ve “halka rağmen halkçılık” olarak algılandığından pek rağbet görmedi. Oysa tavanla taban arasındaki gelir ve eğitim farkı açıldığında yöneticilerin her ürettiği politika bir jakobenlik riski içermektedir…

Şu da konuşuldu, siyasete girmesi gerekenler siyasete girmiyor, siyasette olmaması gerekenler siyasette yer ediniyor. Eee siyaset zor bir zanaattır, öncelikle sabırlı olacaksın, 24 saatini ayıracaksın, geçim endişen olmayacak, küsmeyeceksin, seçimi kaybettiğinde ertesi gün bir sonraki seçime hazırlanmaya başlayacaksın; herkesi, sana abuk sabuk gelse de her fikri dinlemeyi bileceksin, her seçmenin, üyenin, delegenin alini sıkacak, kucaklayacaksın; siyasi saldırılara karşı pişkin olacaksın… Bunlarda her “bir fikrim” var diyenin yapabileceği işler değil… Bu arada hocalarımızdan biri, “Biz siyaseti sadece partiler eliyle yapıldığını düşünüyoruz, siyaset yöneticileri ve kamuoyunu etkilemekse partiler dışında örgütler, gönüllü oluşumlar da var. Aktif siyasete zaman ayıramayanlar buralarda çalışabilirler, bizim eksiğimiz biraz da bu…” Bu sözler üzerine herkesin aklına ABD lobicilik faaliyeti geldi ama hocamız bunun aynı şey olmadığını söyledi. ABD lobiciliği belirli konularda senato üyelerini etkilemeye yönelik faaliyetlerdi… Evet ikisi farklı şeylerdi, hocanın söylediği kamuoyu oluşturmaya dönük faaliyetler olarak görülebilir. Düşünebiliyor musunuz, Türkiye’de ABD gibi lobi faaliyetleri yapılsa ya vesayetçi damgası yersiniz veya “paralel yapı” içine sokuluverirsiniz…

Bir ara örneklemeler yapılırken demokrasi konusunda, Diyanette konuşuldu kısaca… İfade ve inanç özgürlüğü çeşitli kültürlere, etnisitelere, inançlara da saygıyı gerektiriyordu. Diyanet bu bağlamda bu haliyle din konusunda taraf ve dayatmacıydı, gerçek laiklikte kalkması gerekiyordu. Hassas bir konu olduğu için üzerinde fazla durulmadı. Ben biraz açarken kendi düşüncemi de paylaşmış olayım; demokrasi için iki şey önemlidir.

Birincisi özgürlüklerin (başta ifade ve haber alma özgürlüğü ile toplantı ve gösteri özgürlüğü) önünün açık olması, ikincisi laiklik… Bunların bileşkesi bizi fırsat eşitliğine götürür (başta ekonomi ve eğitim alanında)… İmparatorluk merkeziyetçiliğinden gelen devlet anlayışımız laikliği de yanlış anlamamıza neden oluyor. Cumhuriyetin kuruluşunda laiklik, eğitim seferberliği içinde, dinin de doğru anlaşılması için, devlet kontrolünde Diyanetin kurulmasıyla sonuçlanmıştır. Ve süreç içinde diyanet çoğunluğu Sünni-Hanefi olan nüfusa hizmet götürür hale gelmiştir. Siyasi jakobenliğe çoğunluğumuz karşı ama Diyanetin bu jakobenliğine karşı olmayı göze alamıyoruz.

Halbuki en azından bundan böyle, ifade inançlara özgürlük adına Diyanetin de kalkması gerekir bence de… Kimin nerede nasıl ibadet edeceğine devlet Diyanet eliyle neden karışsın ve finanse etsin ki… Her köy, mahalle ibadethanesini (cami mi olur, cemevi mi olur, kilise mi olur, havra mı olur veya başka bir şey mi olur) kendisi yapsın, din adamı kedisi finanse etsin.

Güzel içten, doyurucu, yer yer esprili, eğlenceli, gerilimsiz hoş bir geceydi… Çok keyif aldım genelde dinlemede kalmama rağmen… Derler ya “senin ne anlattığın karşındakinin ne anladığı kadardır” diye. Ben konuşmalardan yukarıda aktardıklarımı anladım ve çağrışım yaptı… J Katılan başta hocalarımız olmak üzere herkese teşekkür ederim. 06.06.2014

Etiketler : ,

Bu Yazıyı Yazdır Bu Yazıyı Yazdır

Yorumlar Kapatıldı.



2007-2012 Bilgi Agi / Turkiye nin Interaktif Kose Yazari Gazetesi

Designed By Online Groups
ÇÖZÜM ORTAKLARIMIZ

bizajans, kent akademisi, sunubank