content

10 Tem

61. Hükümet Programında Süt ve Et

61. Hükümet Programı’nı TBMM’de okuyan Sayın Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın hayvancılık sektörü için en önemli gördüğümüz husus süte müdahale mekanizmaları oluşturulacağını söylemesiydi ve yüreklere su serpti. Hayvancılık çevreleri, çiğ süt-damızlık üreticileri umarız ki hayal kırıklığına uğramaz!

Tarımda hedefleri dile getiren Sayın Başbakan; Türkiye’de 5.8 milyon insanın geçimini tarımdan sağladığına dikkat çeken Başbakan Erdoğan, tarım ve hayvancılık alanında belirlenen bazı hedefleri ise, "Önümüzdeki dönemde su kaynağı sorunu yaşanan alanlardaki rehabilitasyona ihtiyaç duyulan sulama tesislerinin modernizasyonunu gerçekleştireceğiz. Sulamada tasarruf sağlayacak ve toprağı koruyacak modern teknolojilerin kullanımına verdiğimiz desteği arttırarak devam ettireceğiz. Su kaynaklarının etkin kullanımı ve korunması için bütüncül su kaynakları yönetimi modelini gerçekleştireceğiz. Arazilerin miras yoluyla bölünmesinin önüne geçmek amacıyla başlattığımız yasal ve yapısal değişiklikleri sonlandıracağız. 450 bin hektardan 3 milyon hektarın üzerinde çıkardığımız parçalı arazilerin toplulaştırılmasına devam edeceğiz. Et ve süt başta olmak üzere tarım ürünlerinde fiyat dalgalanmalarının olumsuz etkisinin ortadan kaldırılması ve ürün arzı ile çiftçi gelirlerinde istikrar sağlanmasına yönelik piyasa düzenleme mekanizmaları oluşturacağız. Yeni Hal Yasası uygulamaya konarak sebze ve meyve ticaretinde tarladan sofraya izlenebilirliği sağlayacak, toptancı halleri ile Pazar yerlerini modern bir altyapıya kavuşturacağız" şeklinde sıraladı.

‘’ Et ve süt başta olmak üzere tarım ürünlerinde fiyat dalgalanmalarının olumsuz etkisinin ortadan kaldırılması ve ürün arzı ile çiftçi gelirlerinde istikrar sağlanmasına yönelik piyasa düzenleme mekanizmaları oluşturacağız.’’ İfadesinde Ulusal Süt Konseyi’nin piyasa düzenleme işlevini yerine getiremediğinin artık en üst düzeyde siyasilerimiz ce de anlaşılmış olduğunu görmekteyiz. Bilhassa et ve sütte piyasa düzenleme mekanizmalarının çerçevesinin kanunla düzenlenmesinin uygun olacağı kanaatindeyiz. Düzenlenecek kanun tasarısında Rekabet Kanunu ile de ilişkilendirilip et ve çiğ sütte rekabet kanuna aykırı iş ve işlemlerin para cezası (ekonomik suçlar) kapsamından çıkarılarak ‘’ ağır ceza ve yüz kızartıcı suçlar ’’ kapsamına alınmalıdır.

Tarım ürünlerinden tahıllarda Toprak Mahsülleri ofisi, fındıkta fıskobirlik veya TMO, pamukta Çukobirlik, Tarişbirlik gibi birliklere kimi zaman piyasa düzenleyiciliği görevleri yüklenebilirken çiğ süt piyasa düzenleyiciliğinde Süt Endüstrisi Kurumunun kapatılması, etde de Et Balık Kurumu’nun kadük hale getirilmesinden bu yana kaos vardır.

Süt ve Süt Ürünleri Dünya’da ekmekten sonra ikinci stratejik bir ürün kabul edilmektedir. Şimdiki çocukların, gençlerin, hepimizin ve gelecek nesillerin sağlıklı birey olabilmelerinde süt ve süt ürünleri, et ile beslenmenin büyük önemi vardır. Ülkemizde ekmek tüketimi oldukça yüksek iken et tüketimi gelişmiş ülkeler sıralamasının oldukça altındadır!

SEK’ kapatıldığından bu yana çiğ süt satın alım piyasası, serbest rekabet koşullarında değil özel sektörün mafyavari fiyat indirimleri ile piyasa mekanizması oluşmuştur. İşte bu fiyat mekanizması çiğ süt satın alımlarında oldukça düşük tutulurken tüketicilere sunulan nihai süt ve süt ürünleri ise alabildiğince pahalı satılması sonucunda tüketicilerin gıdaya erişebilirlikleri engellenmiştir. Şu günlerde 32-40-52 kuruşlardan çiğ süt satın alınma vahşiliğindeki ‘’ ucuzluk’’ ambalajlı süt ve süt ürünlerine yansımamaktadır.

Çiğ Sütte piyasa mekanizması oluşturulurken ambalajlı süt ve süt ürünlerinin market raflarındaki fiyatlarında da piyasa mekanizması ihmal edilmemelidir. Liberalleşen Dünya ve ülkemizde ekmek fiyatlarının kontrolü, onun hammaddesi olan buğdayın TMO vasıtası ile piyasa oluşturulup terbiye edilmesinin yanı sıra ekmeğin de belediyeler vasıtası ile ‘’ narh ‘’ landırılması nasıl ki garip karşılanmıyor ise bebeklerin, çocukların, gelecek nesillerin beslenmelerini gerçekleştirmek için süt ve süt ürünlerinde de niçin ‘’ narh ‘’ olmasın?

Süte müdahale aracı olacağı iki yıl önce beklenen ve bu şekilde topluma takdim edilen Ulusal Süt Konseyi çiğ süt alım fiyatlarına müdahale şöyle dursun bilakis yanlış teşvikli süt tozu politikaları ile çiğ süt fiyatlarının şimdilerde dibe vurmasına katkı sağlamıştır. Bunun nedeni Ulusal Süt Konseyi’nin kuruluş şeklinin yapısından ve yönetime süt sanayicileri temsilcilerinin bir şekilde hakim olması ve yönetmesidir. Bir bakıma kuzu kurda teslim edilmiştir.

Sayın Başbakan’ın bahsettiği süte, ete müstakbel müdahale mekanizmaları üreticiye fiyat istikrarı sağlamak, üreticilerin, çiftçilerin gelirlerini artırmak için mi yoksa havanda su dövmek için mi kurulacak göreceğiz.!

Süte müdahale mekanizması, özelleştirilen SEK (Süt Endüstrisi Kurumu) gibi çiğ sütü direkt olarak satın alacak, işleyecek, hem üreticiyi hem de tüketiciyi kollayacak yapıda oluşmaz ise süt sanayicilerinin hayvancılığın köküne incir ağacı dikmelerine müsaade edilmiş olacaktır.

Teşvikli süt tozu politikaları ile süt sanayicilerine süt tozu ürettirerek çiğ süt fiyatlarında istikrar sağlanamadığı 2009, 2010, 2011 teşvikli süt tozu üretimi politikalarının uygulanmasında görülmüştür.Ambalajlı ürünün hammaddesi olan çiğ sütü ambalajlı hale getirmek için hammaddeyi ucuza temin duygusu ile teşvikli süt tozu üretimi ile aynı hammaddenin pahalanmasını kendi eliyle sağlamasını beklemek ya saflık ya iş bilemezlik ya da kamu kaynaklarını çürçar etmek demektir. Somut vermek gerekirse Konya Ereğli’ bir süt tozu fabrikası var ve bu fabrikanın bağlı olduğu şirketin Konya Merkez’de de bir ambalajlı süt ve süt ürünleri fabrikası var. Ambalajlı süt ve süt ürünleri fabrikasının ana hammaddesi çiğ süt. Konya’nın Ereğli ilçesindeki süt tozu fabrikasının da ana hammaddesi çiğ süt ve bu fabrikaya teşvikli süt tozu üretim lisansı veriliyor. Yani bu bölgede çiğ sütü şu fiyattan (referans fiyat) topla çiğ sütün bölgedeki satın alım fiyatını yükselt! Aynı firmanın Konya Merkez’deki fabrikasının toplayacağı hammadde (çiğ süt ) fiyatının da yükseleceği gerçeği görmezden geliniyor ve aynı bölgede süt tozuna teşvik verilmesine rağmen çiğ sütün fiyatı yükselmiyor. Devletin bu kadar enayi yerine konulmadığı görülmemiştir!

Konya’da durum bu iken Çukurova’da da durum aynı. Diğer bölgelerde de aynı. Ülkede süt tozu teşviği lisansı verilen 10 süt tozu fabrikasının da aynı zamanda ambalajlı süt ürünleri fabrikası var. Ambalajlı süt ve süt ürünü de üreten fabrika sahipleri kendi süt tozu fabrikası ile çiğ süte fiyatı yükseltirler mi? Kurda deniliyor ki al kuzuyu besle, doyur! Mantıksızlık. Ekonomi bilmemek mi yoksa süt sanayicilerinin ülkenin gıda politikalarına hakimiyeti mi? Çiğ süt ile ilgili her şeyi onların belirlemesinin egemenliği mi? Gıdanın egemenliği millet de mi yoksa süt sanayicilerinde mi?

Peki böylesine hikmet garabeti çelişki niçin? Süt tozu teşviğinin tebliğini yazan, süt tozu teşviğini uygulamalarını yapan ilgili genel müdür Konya’lı! Ve bahse konu süt tozu fabrikası sahibine akraba oluşu da işin bir başka yönünü oluşturuyor. Akrabalık olmasa da değişecek çok şey de olmayacaktı. Akrabalık, dost-ahbap çavuş ilişkisi süt tozu tebliğinin amir hükümlerinin göre ihracat yapıldıktan sonra ödeme şartı olmasına rağmen bu şart çöp kutusuna atılıyor.

2009 yılı Nisan ayından beri süt tozu teşviki ile çiğ süt fiyatlarında istikrar sağlanacağı umuduna Türkiye Süt Üreticileri Merkez Birliği inandırılmış vaziyette! Süt sanayicileri 2009 yılında bürokrasiyi inandırdı. Tarım Bürokrasisi de TSÜMB’ni inandırdı. Aslında buna inandırdı değil aldattı desek daha doğru mu olacak?

‘’Çiftçi gelirlerinde istikrar sağlanmasına yönelik piyasa düzenleme mekanizmaları’’ nı oluşturacak kanunu, yönetmeliği bakalım üreticiler mi yoksa süt sanayicilerimi yazacak göreceğiz. Üreticiler lehine yazılacağına ümit etmek istiyoruz!

 

  https://groups.google.com/group/cigsutureticileri

Etiketler : , , , , , , , , ,

Bu Yazıyı Yazdır Bu Yazıyı Yazdır

3 Kere Cevaplanmış to “61. Hükümet Programında Süt ve Et”

  1. 1
    Veli Guner Says:

    Sayin KANAT merhaba,

    Yazinizi daha genis bir bicimde daha sonra degerlendlrmek istiyorum.
    Simdi safece sunu belirtmek lsterim. "Ayinesi istir kisinin lafa bakilmaz.", "Yaptiklarimiz yapacaklarimizin teminatidir" (Basbakan R.TAYYİP ERDOGAN)
    Bu konu kisilere, kurumlara,hukumetlere asan bir koudur, degerlendirmeyi bunlari da goz onune aoarak yapmaliyiz.
    Siz ABD Hayvancilik, tavukculuk, sut, tohumculuk, tarim sanayi ve endustrilerinden, Dunya Ticaret Orgutu, İMF, DB gibi orgutlerden bi haber gibi hareket edemezsiniz. Vatandasa dogru bilgi vermek zorundayiz.
    Marshall Yardimiyla gelenMadein USA menseyli "sut"leri, sut tozlarini icerek buyudum ben.
    Saygilarimla....

  2. 2
    hacı ali keleş Says:

    sayın çapar
    bilindiği gibi akp hükümetleri yaklaşık 10 yıldır işbaşındalar ve şu ana kadar yapılanlara bakınca hiç de inanadırıcı gelmiyor.iç piyasada et,süt gibi temel gıdalarda fiatların maliyetlere çıkması üzerine derhal ithalata başvuran hükümet kararları halen yürülüktedir(ithalat yerine destekleme ödemesi yapılması gerekirdi)ocak 1980 kararları da ortadadır..tarım bakanı da aynı bakandır!!! hayvancılığın lokomotifinin süt olduğunu bir anlayabilsek,,,vatandaşa makarna dağıtılacağına o para ile yıllardır konuşulan okul sütü projesi hayata geçirilebilse hem çocuklarımız daha sağlıklı olur hem de geleceğimiz daha aydınlık olur.....inşallah ben yanılırım ve denen yapılır da sektör kurtulur,,,(ülke kurtulur) saygılarımla

  3. 3
    Veli GÜNER Says:

    KUYUDAN GÖKYÜZÜ BU KADAR GÖRÜNÜYOR

    Herkesin baktığı yer başka gösteriyor gökyüzünü, daha doğru bir deyimle bulunduğunuz yerden gördüğünüz gökyüzü, başkalarının baktığı yerden farklı görünüyor.
    Aynı şey bulunduğunuz yerin düzeyi için de geçerli. Gelin daha sağlıklı ve “yansız”, “tarafsız” bakış için sorunları ve gelişmeleri -bir kuş gözünden- kuşbakışı görmeye çalışalım.
    Konunun güncelliği, yapısallığı, sürekliliği, evrenselliği açısından bu değerlendirmeyi yapmama neden olan Sayın Çapar KANAT’ın https://www.bilgiagi.net’e yayınlanan 61. Hükümet Programında Süt ve Et ismli makalesi oldu.
    Hükümetler genel olarak egemen üretim biçiminin egemen sınıflarının icracı kurumlarıdır- İstisnai durumların olmadığını elbette inkar etmiyoruz, adı üstünde:”istisna” . Bu anlamda hükümetleri değiştirmek “kolay” olsa da üretim biçimini ve bu üretim biçimine tekabül eden sınıfların egemenliklerini değiştirmek ve dönüştürmek çok daha zor olmaktadır. Ve bunların değişim ve dönüşümleri “dışarıdan” değil, üretim, bölüşüm, dağıtım ve toplumsal ilişkilerin yasalarına bağlıdır. Diğer etkenler ise bu oluşumda “çok az” katkıda bulunurlar. İnsanlık tarihi bu tezimizi kanıtlayan bir süreci gözlerimizin önüne kor. Konumuzu dağıtmadan kısa hatırlatmalar ve tespitlerle devam edelim.
    Dünyada üretim ilişkilerinin tarihi 1-ilkel Komünal, 2- Köleci, 3-Feodal, 4-Kapitalist, 5-Sosyalist-Komünist üretim ilişkileri olarak bir süreç izlemektedir. Bir üretim ilişkisinden diğer üretim ilişkilerine geçişler, toplumdan topluma, bölgeden bölgeye, farklı zaman ve süreçler izleyerek devam etmiştir, etmektedir. Bu gün dünyada varlık koşullarını yitirmiş, diğer üretim biçimleri egemenliği altında çözülmekte olan üretim ilişkilerini bir yana bırakırsak günümüz (Dünya da) egemen olan üretim ilişkisi Modern Kapitalist üretim ilişkileridir. Kapitalizmin belirleyici özelliği sermaye birikiminin (Üretim Araçlarının ve tüm topluma ait doğal kaynakların,Ormanların, Su, Nehir, Denizlerin, Mera ve Otlakların Devletler eliyle Sermaye Sahiplerine bırakılması ) belli ellerde toplanması (Sermaye sahipleri) ve bu birikimin dışında kalan, yaşamak için sermaye sahiplerine iş gücünü satmaktan başka çaresi olmayan, sermayeye bağımlı İşçiler ve diğer sermaye sahibi olmayan kesimlerden oluşur. Toplumun ve toplumsal yaşamın yeniden üretimi sermayenin, sermaye sahiplerinin, gruplarının kapitalist üretim yasalarına göre işlemektedir. İnsanlar ve toplumlar arasındaki ilişkiler de bu kapitalist üretim ilişkilerinin şekillendirdiği yasalara göre işlemektedir. Kapitalizmin klasik ilişkilerinden, modern ilişkilerine geçişi onun emperyalist ilişkilere bürünmesiyle oluşmuştur. Kapitalizmin emperyalist aşamaya geçişi 19.YY da tamamlanmış, dünyanın birkaç emperyalist devlet tarafından paylaşılması tamamlanmıştır . I. Ve II Emperyalist paylaşım savaşlarıyla yeniden yeniden paylaşmalar devam etmiş ve değişik araçlarla bu paylaşımlar ve mücadeleler devam etmektedir.
    Gelelim ülkemizdeki üretim ilişkilerinin tarihine: Konumuzu genişletmemek açısından bu süreci Osmanlının son döneminden başlamak daha uygun olacaktır.
    Osmanlı feodal üretim ilişkisi gerek kendi üretim ilişkilerinin gelmiş olduğu süreç, gerekse bölgesinde ve ilişkiler içinde bulunduğu ülkelerde egemen üretim ilişkisi olarak kapitalist ilişkilerin egemenliği eski üretim biçimlerini parçalıyor, kurumlarını temellerinden sarsıyordu. Bu ilişkilerin ilk belirtilerinden biri feodalizmin kurumlarından olan padişahlık sistemini 1876’da Meşrutiyete, 1908’de de Jön Türk Devrimiyle bu değişimin sınırları ve alanları genişlemiş, I.Paylaşım Savaşı ve Kurtuluş savaşı ile birlikte Feodalizmin kurumları büyük ölçüde Kapitalist sınıfın temsilcileri aracılığıyla Jakoben bir uygulama ile birer birer yaşama geçirilmiştir. Yeterli sermaye birikiminin olmayışı ve yine yetersiz iş gücü (Kurtuluş savaşı sonrası Ülke nüfusu 11 ile 13 milyon arasında değişmektedir.) ülkede tam bir kapitalist üretimin yapılmasını izin vermediğinden Jakobenleri sermaye birikimini hızlandırmak, kapitalist ilişkilerin önünü açmak açısından giriştiği çabalar kapitalist-emperyalist ülkelerle ilişkileri ve ülke içindeki uygulamaları Avrupa ve diğer ülkelerin ekonomik gelişmelerinden farklı yöntemler geliştirmelerine neden olmuştur. Devlet ve “özel” sermayeler eliyle kapitalizmin işlemesi ve gelişmesi sağlanmıştır. Diğer kapitalist devletlerle ekonomik ve sosyal ilişkiler devlet ve devlet kurumları aracılığıyla yapılmış, sermaye birikimi ve dağılımı devlet tarafından yürütülmüş ve denetlenmiştir. Emperyalist ve kapitalist devletler ve devletler arası kurumlar Türkiye’deki bu gelişmeleri gerek yardımlar, gerek ilişkiler yönüyle desteklemişler, Türkiye gibi bir pazarın oluşumunu ve sahipliliğini ilgisiz kalmadıkları gibi kuruluşundan beri toplumsal yönlendirmede aktif rol oynamışlardır. İlk Lozan Antlaşmasıyla başlayan ilişkileri Avrupa ülkeleriyle devam ederken (Eski müttefik Almanya başı çekerken buna İngiltere ve Fransa takip ediyordu.) gerek dünya ekonomik ve siyasi konjonktürü gerekse ülkenin ekonomik ve siyasi gelişimi sınıf ilişkilerini sürekli değiştirmekte ve dönüştürmekte idi.
    Almanya’nın emperyalist emelleri gözünü bütün dünyaya sahip olmaya itiyordu. Nitekim emperyalistlerin bu hırsı II.Paylaşım Savaşını doğurdu. Almanya, dünya halklarının çabasıyla geri püskürtüldü. Japonya Amerika’nın Nükleer bombalarıyla “pes” etmek zorunda kaldı. Emperyalist sermayenin hırs ve krizinin bu yıkıcı özelliği bu paylaşımdan ABD’yi dünyanın yeni egemeni, yeni patronu yaptı. Artık dünyayı ABD emperyalizmi yeniden dizayn etmeye, ilişkileri yeniden kurmaya başladılar. Aynı yıllarda uluslar arası sermayenin kurumları da oluşmaya başladı . BM, IMF,DB, UNESCO, NATO gibi belli başlı kurumlar bu dönemde doğdu. Türkiye de bu kurumlara katılarak birer birer sistemde yerini almaya, “yeni” patronlarıyla yola devam etmeye başladı. El bette bu değişim ve dönüşümler ülke içindeki siyasi oluşumları da yeniden şekillendirdi ve dönüştürdü.
    Mecliste çıkartılan Toprak Reformuyla ilgili bir yasa Meclis içindeki ve dışındaki burjuva büyük toprak sahiplerini ve bir takım burjuvaları siyasi olarak eski patronlarının temsilcilerinden siyasi olarak kopardı. Bunlar yeni bir Partinin (Demokrat Parti - DP) Bayrağı altında toplandılar. İlk yapılan seçimlerde de hükümet oldular. Ve Başbakanı da Adnan MENDERES’di. Artık uluslar arası sermayenin, ABD emperyalistlerinin bir işbirlikçisi olarak Türkiye sermaye ilişkilerini ve toplumsal hayatını şekil vermeye başladılar. Ordu “Alman” üniformasını çıkarıp, “Amerikan” üniformasını giydi. NATO askeri ilişkileri içinde ilk görevini Güney Kore’de vererek sadık bir müttefik olacağının işaretini verip pratiğini kanıtladı.
    Türkiye Cumhuriyeti Kuruluşundan bu güne tüm ekonomik, siyasi, kültürel, askeri, eğitim, sağlık, tarım, sanayi vb. her konuda ilişkilerini kapitalist-emperyalist sermayelerin egemenliği ve denetiminde geliştirmiş ve dönüştürmüştür. Dönüştürmeye de devam etmektedir …
    Uluslar arası kapitalist - emperyalist sermayenin 1970’li, 80’li, 90’lı yıllarındaki Lokal ve yerel krizleri 2008-2009’lu yıllarda ABD’de başlayıp dünyanın neredeyse bütün ülkelerine sirayet etmiş, her ülke şu yada bu ölçüde etkilenmiştir. Krizin aşılması ve çözümü her ülkenin ve uluslar arası emperyalist sermayenin çıkarlarına uygun “çözümler” üretmek için çabalamaktadırlar.

    Tarım da emperyalist değişim ve Afrika örneği:

    İKTİBAS; AFRİKA'DA TARIM NASIL YOK EDİLİR?
    Yazar Prof. Dr. Walden Bello*

    Afrika’da tarımın bugün içinde bulunduğu durum, büyük şirketlerin çıkarlarına hizmet eden, doktrinlere sıkı sıkıya bağlı ekonomi modellerinin koca bir kıtanın üretim gücünü nasıl yok ettiğini anlamak açısından örnek bir vaka.
    Dünyadaki biyoyakıt üretimi, günümüzde yaşanan gıda krizinin şüphesiz başlıca sebeplerinden biri. Tarım ürünlerinin gıda ihtiyacını karşılamak için değil de biyoyakıt üretimi için ayrılması, son yıllarda yaşanan gıda fiyatlarının hızla yükselmesini tetikleyen nedenlerin başında geliyor. Ancak öncelikli sebep, kendi gıda ihtiyacını karşılayabilen ekonomilerin gıda ithaline bağımlı hale dönüşmelerinde yatıyor. Bu noktada Dünya Bankası, Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) en önemli aktörler olarak öne çıkıyor.

    Latin Amerika, Asya ya da Afrika’da hep benzer bir durum söz konusu. Dünya Ticaret Örgütü Tarım Antlaşması’nın bu bölgelerde serbest piyasa ekonomilerini altüst etmesinin ardından, ABD ve Avrupa Birliği (AB) ülkelerinin devlet destekli tarım ürünleri, iç piyasaları işgal etti. IMF ve Dünya Bankası’nın yapısal düzenleme programlarının yıkıcı etkileri de kırsal alanlarda yapılan devlet yatırımlarını işe yaramaz hale getirdi ve bu durumdan çiftçi üreticiler büyük zarar gördü.
    Afrika’da tarımın bugün içinde bulunduğu durum, büyük şirketlerin çıkarlarına hizmet eden, doktrinlere sıkı sıkıya bağlı ekonomi modellerinin koca bir kıtanın üretim gücünü nasıl yok ettiğini anlamak açısından örnek bir vaka.

    İhracattan ithalata
    1960’larda, kolonilerin bağımsızlıklarını kazandıkları süreçte, Afrika ülkeleri sadece kendi gıda ihtiyaçlarını karşılamakla kalmıyor, 1966-70 yılları arasında yılda ortalama 1,3 milyon tona ulaşan ihracat rakamlarıyla da gıda ihracatı yapan ülkeler arasında yer alıyorlardı. Bugün ise Afrika kıtası, gıda ihtiyacının %25’ini ithal eder durumda. Son üç yılda Kuzeydoğu Afrika, Sahil, Orta ve Güney Afrika bölgelerinde görülen gıda krizlerine baktığımızda, açlık ve kıtlık sorununun tekrar gündeme oturduğunu görüyoruz.

    Kıtada tarım alanında derin bir kriz yaşanıyor ve bu krizin iç savaşlar ve AIDS’in yayılması gibi pek çok önemli nedeni var. Ancak sorunun en önemli nedeni, birçok Afrika ülkesinde, hükümetlerin dış borçlarını ödeyebilmek için IMF ve Dünya Bankası’ndan yardım almalarının bedeli olarak, uygulamak durumunda kaldıkları “yapısal uyum programları” adı altında ülke içi kontrol ve destek mekanizmalarının aşamalı olarak zayıflatılması oldu.

    Uygulanan yapısal düzenlemeler, Afrika ülkelerinde ekonomik büyüme ve refah seviyesinin artmasını sağlamak yerine, yatırımların, sosyal harcamaların, tüketimin, üretimin ve verimin azalmasına, bu durumun sonucu olarak da işsizliğin artmasıyla durgunluk ve gerilemeye sebep olan bir kısır döngüye yol açtı.

    Gübre üzerinde uygulanan fiyat kontrolünün kaldırılmasıyla beraber, tarımsal kredi sistemlerinde de kısıntıya gidilmesi, yatırımların ve tarımdan elde edilen gelirlerin azalmasına yol açtı. Devletin tarım sektöründeki ağırlığını çekmesiyle piyasaların ve özel sektörün tarımı hareketlendirmesi beklentisi gerçekte karşılığını bulamadı. Dahası, özel sektör yatırımcıları, devlet desteğinin azaltılmasının daha büyük bir risk doğuracağına inandı. Ardı ardına, her ülkede neoliberal doktrinlerin öngörüleri tahminlerin tam tersine sonuç verdi: Devletin sahneden çekilmesi, özel sektör yatırımlarını ülkeye çekmekten ziyade kaçırmaya yol açtı. Bu tür politikalar uygulandığında özel girişimciler, devletin sektörden ağırlığını çekmesiyle oluşan otorite boşluğunu çoğunlukla fakir çiftçilerin aleyhine olacak şekilde doldurdu ve çiftçileri gıda güvenliği açısından daha korumasız, hükümetleri de düzensiz dış yardımlara daha bağımlı hale getirdi.

    Dünya Bankası ve IMF, ülkelerin kendilerine olan borçlarını ödemelerini sağlamak için hükümetleri, mali kaynaklarını tarım ürünlerinin ihracatına ayırmaları yönünde teşvik etti. Ama Etiyopya’da 1980’lerin başında yaşanan kıtlıkta olduğu gibi, bu durum verimli toprakların ihraç edilecek tarım ürünlerine ayrılmasına ve ülkenin gıda tüketimini karşılamak için gerekli tarım ürünlerinin de daha verimsiz topraklarda yetiştirilmek zorunda bırakılmasına, dolayısıyla da ülkedeki gıda krizinin artmasına yol açtı. Ayrıca Dünya Bankası’nın, birçok hükümeti, tarım ürünlerinin ihracata yönelik üretimine odaklanılması yönünde teşvik etmesi, aşırı üretime ve ardından söz konusu ürünlerin uluslararası marketlerde değer kaybetmesine sebep oldu.

    Diğer birçok bölgede olduğu gibi Afrika’da uygulanan yapısal düzenlemeler de, sadece yatırımların yetersiz kalmasına değil devlet işletmelerinin de tasfiye olmasına sebep oldu. Latin Amerika ve Asya ülkelerinde Dünya Bankası ve IMF daha çok ekonomilerin makro düzeyde yönetilmesini üstlendi ya da devletin ekonomideki ağırlığının azaltılması yönünde tavsiyelerde bulundu. Bu düzenlemelerin uygulamaya geçirilmesiyle ilgili ayrıntılar ise devletlerin bürokrasilerine bırakıldı. Dünya Bankası ve IMF, daha güçsüz hükümetlerle muhatap oldukları Afrika’da, hükümetlere ne kadar devlet memurunun işten çıkartılması gerektiği, devlet desteklerinin ne derece azaltılması gerektiği ya da ülkenin tahıl rezervinin kime ne kadar satılması gerektiği gibi mikro düzeyde kararlar aldırdılar. Başka bir ifadeyle, Dünya Bankası ve IMF yetkilileri, devletin ekonomideki ağırlığını yok etmek için en ufak ayrıntılarda bile hükümetlerin ekonomi yönetimine müdahale ettiler.

    Ticaretin rolü
    Ticaretin liberalleştirilmesi, Avrupa Birliği ülkelerinden gelen devlet destekli ve düşük fiyatlı et ürünlerinin Batı ve Güney Afrika ülkelerine yığılmasının önünü açtı ve yerel üreticileri perişan etti. Buna ek olarak da, Dünya Ticaret Örgütü’nün Tarım Antlaşması’nın devlet desteğini meşrulaştırdığı ABD’li pamuk üreticilerinin ürünlerini uluslararası piyasalarda maliyetinin çok altında satmasıyla Batı ve Orta Afrikalı pamuk üreticileri iflasa sürüklendi. Tüm bu ticari düzenlemelerin etkilerini düşündüğümüzde, sonuç AB ve ABD’nin işine yarayacak haksız ticari uygulamalar oldu.
    Kısacası, karşı karşıya kalınan bu tablonun sonuçları hiç de rastlantı değil. 1986 yılında gerçekleşen Uruguay Round (Uruguay Turu) ticaret görüşmelerinde ABD’nin temsilcisi John Block “Gelişmekte olan ülkelerin gıda alanında kendi kendilerine yetebilmesi fikri, tarihsel olarak mazide kaldı. Bu ülkeler gıda ihtiyaçlarını, çoğunlukla daha düşük fiyatlara temin edebilecekleri Amerikan tarım ürünleriyle sağlayabilirler.” ifadesini kullanarak gerçek niyetlerini ifşa etmiş oldu.

    Tarım alanında yapılan yapısal düzenlemelerin sosyal sonuçlarının dampinge götüreceğini öngörmek çok da zor değil. Günlük bir doların altında gelirle yaşayan Afrikalıların sayısı 1981-2001 yılları arasında iki katından fazla artış göstererek 313 milyona, yani tüm kıtanın %46’sına yükseldi. Bu durumda, gerçekleştirilen yapısal düzenlemelerin yoksulluğu yaratmasında, kıtanın tarımsal yapısını zayıflatmasında ve dışa bağımlılığı arttırmasında sahip olduğu rolü inkar etmek mümkün değil. Dünya Bankası’nın önde gelen Afrika ekonomistlerinden birisinin de itiraf ettiği gibi “Bu programların insani kayıplarının bu kadar büyük olabileceği ve ekonomik kazançlarının bu kadar yavaş olabileceği tahmin edilememişti.”

    1980’lerde gerçekleştirilen yapısal düzenlemeler çiftçilere toprak, kredi, sigorta ve tarım destek organizasyonlarına erişim sağlayan kamu kuruluşlarını işlemez hale getirdi. Beklentiler ise, devletin ağırlığını çekmesiyle piyasaların özel sektör açısından serbestlik kazanacağı, özel sektörün de maliyetleri azaltacağı, kaliteyi arttıracağı ve gerileme eğilimlerini bertaraf edeceği yönündeydi. Bu beklentiler çoğunlukla gerçekleşmedi.

    Özetle, biyoyakıt üretimi küresel gıda krizinin ortaya çıkmasına değil, sadece daha da artmasına sebep oldu. Ekonomilerin gıda alanında kendi kendine yetebilir olmasını teşvik etmek yerine, yerel küçük ölçekli tarımsal üreticileri yok ederek gıda ithalatını teşvik eden Dünya Bankası, IMF ve DTÖ’nün izlediği politikalar, az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeleri her geçen yıl krize doğru biraz daha yaklaştırdı. Bugün artık söz konusu kuruluşlar ve izledikleri politikalar, Afrika genelinde ve güney yarımküre ülkeleri nezdinde oldukça itibar kaybetmiş durumda. Ancak sebep oldukları zararın şimdi tanık olduğumuzdan daha yıkıcı sonuçlar doğurmadan zaman içinde telafi edilip edilemeyeceğini ileride göreceğiz.

    *Prof. Dr. Walden Bello, Filipinler Üniversitesi, Sosyoloji Profesörü, “Destroying African Agriculture”, Foreign Policy in Focus http://www.fpif.org, 3 Haziran 2008. Amine Tuna tarafından kısaltılarak Türkçeye çevrilmiştir.”

    Kapitalist emperyalizmin şekillendirdiği dünya ve Türkiye ekonomisi artık geri dönülmez ilişkiler içine girmiş, devlet kurumları, sanayi, tarım, eğitim, sağlık ve akla gelen bütün ilişkiler birbirlerine örümcek ağları ile bağlanarak yeni şekillenmelerde yerlerini almışlardır. Artık gün bu ilişkilerin uygulama, icraat safhasıdır.
    Bunun için daha ileriye gitmeye gerek yok. 1980 24 ocak kararları, 12 eylül Askeri diktatörlüğünün hayata geçirdikleri, kararlar ve uygulama safhaları derken, İngiltere’nin “Demir Leydi”’sinin rüyaları gerçeğe dönüşürken onların temsiliyetinde sermayenin, özellikle “Tekelci Sermayenin” istekleri gerçeğe dönüşüyordu.
    Anayasa (1982) ile güvence altına alınan sermayenin istekleri, ilerleyen yıllarda, Özal’lı, Anap’lı, Refah-Yol’lu, ve daha sonraki temsilciler ve AKP hükümetleriyle Kanun ve Yönetmelikleriyle iyice pekiştiriliyordu. Zaman zaman Anayasa Mahkemesi yoluyla önü kesilmeye çalışılsa da bu kez Anayasa maddeleri değiştirilip, Anayasa Mahkemesi Kapitalist ideolojinin “yeni” versiyonlarına, Liberal –Kapitalist- ideoloji egemen kılınmaya çalışılıyordu. Nitekim 12 Eylül 2010 Referandumu ile diğer şeylerin yanında Hakimler Savcılar Yüksek Kurulu ve Anayasa Mahkemesi “yeni” ideolojiye uyduruluyordu.
    Şimdi bütün bunlar olurken “61. Hükümet Programı’nı TBMM’de okuyan Sayın Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın hayvancılık sektörü için en önemli gördüğümüz husus süte müdahale mekanizmaları oluşturulacağını söylemesiydi ve yüreklere su serpti. Hayvancılık çevreleri, çiğ süt-damızlık üreticileri umarız ki hayal kırıklığına uğramaz!” Temennisinde bulunmak, iyi niyetin ötesinde safdillik olur. İki dönemdir hükümet eden aynı bakan ve kişiler çıkarmış oldukları kanun, yönetmeliklerinin “iptal”lerini önleyecek Yüksek Yargının da göreve başlamasıyla “bunların önüne ip atılır mı?”
    Siz kalkıyorsunuz “Bilhassa et ve sütte piyasa düzenleme mekanizmalarının çerçevesinin kanunla düzenlenmesinin uygun olacağı” kanaatini taşıyorsunuz.
    Tarım alanında (Hayvancılık, Balıkçılık, Gıda, Meyve,Sebze, Tohumculuk) hizmet ve çalışma içerisinde bulunan küçük mülk ve işletme sahipleri gelecek günlerdeki hükümet icraatlarından hüsrana uğramamak için hiç umutlanmasınlar. Çünkü gelecekte alınacak kararların ve uygulamaların “geçmişte yapılanlar, gelecekte yapılacakların teminatı ” olacağı zaten söylendi. Bu gün için gelecek ‘’ ‘Çiftçi gelirlerinde istikrar sağlanmasına yönelik piyasa düzenleme mekanizmaları’ nı oluşturacak kanunu, yönetmeliği” süt sanayicileri yazacak .
    Bakın EGE Cansen’de şunları yazıyor Ekonomik Rapor adlı Dergi’deki Makalesinde: “KRİZİN ÜÇ BALONU - Denizde dalga, ekonomide dalgalanma bitmez. Dalgaya pek itirazımız yok. Ama fırtına yani kriz istemiyoruz. Aslında dalgalanma olmasa, spekülatif kâr da oluşmaz. Spekülatif kâr oluşmazsa, insanların bir anda zengin olma ümidi biter.” Agy.
    Bir başka “Başbakan Yandaş Köşe Yazarı Prf.Dr. İsmail Kaya” da şöyle yazıyor:” “Bize ihsan edilen hesapsız nimetler dışında isteklerimize kavuşmanın, bir şeylere sahip olmanın dört temel yolu var. i. Silahla, güçle, ii. Ödünçle, borçla, iii. Yalvararak, acındırarak, iv. Ticaret, alışveriş yoluyla...
    Bunlar da iki şekilde yapılabiliyor: i. Kanuna kurala uygun olarak, ii. Kural kanun tanımadan...

    Bunları yaparken insanların önüne yine iki seçenek çıkıyor: i. İşini açıkça, adı belli olarak yapmak ii. Örtük olarak, çaktırmadan, gizlice ve ne yaptığını hissettirmeden yürütmek...
    Kullanmasını bilene her şey silah, her şey güç olabiliyor. İnternetten, telefona, gazeteden, televizyona... Ekonomiden lobiciliğe, kulüpçülükten dernekçiliğe... Altını olan kuralı koyar hesabı... Haramilik de şekil değiştirdi. Gücü gücü yetene...”
    Bütün bunlar bizi aynı zamanda çözümü de gösteriyor. Başta T.Z.Derneği Başkanının (İbrahim Yetkin) da dediği gibi “Örgütlenmekten” geçiyor. Öte yandan ekonomik çıkarlara uygun siyasi talepler temelinde bir siyasi örgütlenmeyi de gerekli kılıyor. Bunun için eğitim ve bilinci yükseltmek gerekiyor…

    Veli GÜNER



2007-2012 Bilgi Agi / Turkiye nin Interaktif Kose Yazari Gazetesi

Designed By Online Groups
ÇÖZÜM ORTAKLARIMIZ

bizajans, kent akademisi, sunubank