content
15 Mar

“13’ün Uğursuzluğu” ya da…

"13'ün Uğursuzluğu" ya da "Seni Leylekler Getirdi Yavrum"

Bir varmış bir yokmuş... Evvel zaman içinde kalbur saman içinde... Âdem oğlu... yok yok daha yokmuş Âdem'in oğlu... varmış sadece bir Türk bir de Japon... yani... "Türk işi Japon işi bunu yapan iki kişi..."

Türk ile Japon'un hayatından minik bir hikâye ile başlamış masalımız...

... Bakmışlar önce kendilerine sonra da çevrelerine... önce biri bulmuşlar. Hem kendileri birmiş hem de Rab'leri... sonra da ikiyi bulmuşlar... ellerine ve ayaklarına kaşlarına ve gözlerine ve dahi kulaklarına ve burun deliklerine bakarak... ikiyi bulmuşlar evet; bir, tek ve yalnız değillermiş zirâ... Erkeğin yanında dişisi, dişinin yanında erkeği... ikisi bir araya gelince adı üstünde iki oluvermişler... birbirlerini bulmanın neşesi ve sevinci ile ellerini çırpıvermişler ve demişler ki " bir elin nesi var iki elin sesi var..." sonra da dördü bulmuşlar... tamam, tam da böyle olmamış; tam dördü bulmak üzere iken, acıkmışlar çünkü ve Allah'a şükür vejeteryan değillermiş! dört ayaklı bir hayvanı yakalayıp gelirken erkek, dört dört diye tam bağırmak üzere iken; dişinin yanında birini görüvermiş!! Yok yok! Şeytan değilmiş bu... aslında dişinin yanında da değil tam da kucağındaymış küçük bir velet! Üçün sırrı kutsallığı gizemi bundanmış... doğada tabiatta olmamasına rağmen, bilinmezler âleminden bilinirler alemine... bir anda gelivermesinde imiş... üçün şerefine dört ayaklıyı kesivermiş erkek... hem de beşle! Beş parmak olmadan ne medeniyet ne teknoloji olurmuş zira... ve beş olmadan dört dahi yakalanamaz ve kesilemezmiş...

Sonra düşünmüş insanoğlu erkek ve dişi olarak baş başa vererek... Sırrın peşine düşmüşler... gizemin peşine... üç nasıl oldu?

Ve bakmış erkek kendine... kendi bedenine... gördüğü altı olmuş... iki kol iki bacak bir kafa bir çük...

Ve bakmış erkek kadına... gördüğü yedi olmuş... iki kol iki bacak bir kafa iki meme... daha medeniyet icat edilmediği için göğüs demeden meme deyip geçmişler memelere...

Ve düşünmüşler... birlikte... toplamışlar altı ile yediyi... etmiş on üç... uğursuz demişler on üçe... altı ile yedi bir araya gelince sadece bir araya gelince çıkmamış üç...

Tekrar toplamışlar ve çıkarmışlar altı ile yediyi... demişler ki: " altı ile yedi öyle bir hâlde bir araya gelmeli ki; altı beşe insin... beş olsun ki işlevsel olsun, iş görür olsun... altının biri kaybolsun yedinin içinde...bitsin bu uğursuzluk!!"

Ve altının biri yedinin içinde kaybolduğunda... toplamışlar altı ile yediyi... etmiş on iki... ve demişler: " işte!! Bir ve iki... birin içindeki iki... birbirinin aynası birbirinin aynısı" sonra da bir ve ikinin toplamının üç ettiğini görmüşler... ikinci velet'in çığlığı duyulmuş çünkü...

Zamanla dil gelişmiş, kelimeler kavramlar gelişmiş... Kendinden yola çıkmış Türk ile Japon'un soyu... kendisi bitince... çevresini gözlemeye başlamış... Gördüğü her şeye bir isim vermiş, isimlerden kavramlar türetmiş...

Yıllar yılları kovalamış... zaman değişmiş çağ değişmiş...

Bir gün bir velet sormuş annesine, annesi tam da diğer kadınlara "ağzımla kuş tuttum ama yaranamadım" derken, diğer kadınlar ise hayret, şaşkınlık üzüntü ile başlarını sallarken: " Ben nasıl doğdum anne?" Anne üzüntü ile cevap vermiş: " Seni leylek getirdi yavrum." Ve kadınların hayret ve şaşkınlıkları yerini üzüntüye bırakmış...

Taaa o zamandan kadınlar kendilerine has bir dil oluşturmaya başlamışlar... Erkekler de bilirmiş bu dili, dilin inceliklerini...

Simge ve semboller hem erkekler arasında hem de kadınlar arasında kullanılmaya başlanmış çünkü... Ayıp, günah gibi kavramlar dolanıyormuş ortalıkta... Priapos'un doğumuna uzun zaman olduğu için... Sonraki çağların Priapos'una "kuş" derlermiş... Erkekler kendi aralarında konuşurken; " Kuşun hâlâ ötüyor mu?" diye sorarlarmış yaşlılara...

Ve ayıpmış bazı şeyler, hoş karşılanmazmış kadınlar arasında... o yüzden; velet sorusunu sormazdan evvel dert yanmaktaymış annesi diğer kadınlara... giden ama geri dönmeyen erkeği için neleri göze aldığını... "ağzıyla kuş bile tutmuşmuş" daha ne yapsınmış... yapması gerekenden fazlasını bile yapmışmış ama olmamışmış...

Erkeği çünkü... leylekmiş... göçmenmiş göçebe imiş... biraz orada biraz buradaymış... geldiği, kaldığı zamanlar çok fazla değilmiş... avcıymış ya da ne bileyim gurbette çalışıyormuş... en son geldiğinde... o veleti getirmiş işte... velet büyümüş, kendisini sorgular olmuş en azından ama bir kere olsun görmemiş babasını...

Kadın kadına, kadın erkeğe; erkek kadına, erkek erkeğe yabancı değilmiş o zamanlar... dil birmiş anlayış bir...

Yıllar yılları kovalamış... Zaman değişmiş... Çağ değişmiş...

İnsanlar çoğaldıkça çoğalmış... Dağıldıkça dağılmış... Diller de çoğalmış ve dağılmış, anlayışlar da...

"Eski" denmiş bazı şeylere ve kaldırılmış tozlu raflara, kovalanmış masallara, tıkılmış sandıklara... Arada bir rafların tozunu alanlar olmuş, sandıkları karıştıranlar ve dahi masalları merak edenler...

Ve böylece gün yüzüne çıkmış eskilerden üç şey: " On üç uğursuzdur", " Ağzımla kuş tuttum ama yaranamadım", "Seni leylek getirdi yavrum"

On üç'ün uğursuzluğundan korkmuş insanoğlu... aramış uğursuzluğun nedenini... bulmuş kendince bir şeyler... bulmuş ya da uydurmuş... İnanan olmuş inanmayan olmuş on üç'ün uğursuzluğuna... İnanmayanlar dahi korkmuşlar içten içe...

"Ağzımla kuş tuttum ama yaranamadım" içlerinde en şanslılarıymış... en azından anlamını kaybetmemiş çok fazla... Olmayacak yapılmayacak şeyleri yaptığı halde... çaresizlik devam ediyormuş alttan alta...

"Seni leylek/ler getirdi yavrum" içlerinde en bahtsızı çıkmış... tıpkı... o avcı belki göçebe belki gurbet ellerde çalışmaya giden o leylek gibi...

Etiketler : , , , ,

Bu Yazıyı Yazdır Bu Yazıyı Yazdır

Yorumlar Kapatıldı.



2007-2012 Bilgi Agi / Turkiye nin Interaktif Kose Yazari Gazetesi

Designed By Online Groups
ÇÖZÜM ORTAKLARIMIZ

bizajans, kent akademisi, sunubank