content
13 Haz

Medeniyet Meselesi

Efendim bugünlerde ağzını açan, sözü medeniyete, irfana, oradan da Büyük Türkiye'ye getirmeden rahat edemiyor. Elhak, bu iddiaların içini doldurma iddası taşıyan çabalar da var ama neyi ne kadar inşa ettiğimiz, hangi bilinçle yola devam ettiğimiz konusunda hayli su götürür uygulamalar hiç de az değil.

Evet, biz bu işi daha önce yapmışız; Türk-İslam medeniyeti ikliminde Osmanlı İmparatorluğu eliyle göz kamaştırıcı bir medeniyeti insanlığa kazandırmışız. Fakat ne yazık ki son yüzyılda o medeniyetin izlerini yeryüzünden, köklerini zihnimizden söküp atma bedbahtlığını ortaya koyan da yine biz olmuşuz.
Bir süredir bu gaflet uykusundan silkinip kendimize gelme çabamız olsa da; unuttuklarımızı hatırlamak, kaybettiğimiz alet edevatı bulmak, kayda aldığımız notları/bilgileri arayıp bulmak ve yeniden öğrenmek öyle pek kolay olmuyor..

Hal böyle olunca, iddiamızda gerçekten çok samimi olsak bile; durumumuz -bazı istisnalar hariç- ustasının yokluğunda, olmayan hünerini sergileyip bir eser meydana getirme hevesiyle didinip dururken ancak bir ucûbe ortaya çıkarabilen ve bu esnada da takım-taklavatı hayli hırpalayan yaşı geçkin bir acemi çırak görüntüsünü andırıyor. Çünkü, tarihi tecrübemizin ve o tecrübe ile inşa edilmiş bir medeniyetin, -hadi o sihirli kelime ile söyleyelim-  "ecdâdımızın" mirası olan eserlerimizden, köküne kibrit suyu döke döke hala bitiremediğimiz örneklerini tanıma, anlama, inceliklerine vâkıf olma dersini okumadan ustalık taslamaya kalkıyoruz. Ee, haliyle olmuyor tabii.. Biz oldu zannetsek bile olmuyor..

Peki iddiamızdan vaz mı geçelim? Elbette ki hayır!. İzahı uzun ve yorucu bir mesele; tıpkı medeniyet inşâ etmenin kendisi gibi.. Ancak şunu bilelim, bu iş kazma kürekle ya da teknolojinin kazma kürek yerine ikame ettiği gelişmiş araçlarla; taşla toprakla ya da gelişen malzeme biliminin insanın eline verdiği bin türlü 'kompozit' malzemeyle olacak iş değil. Tıpkı "muhabbet denen nazlı gelin erde şân ister" mısraında olduğu gibi medeniyet kurma iddiasında olanlarda da başka vasıflar aranır. Ahh o vasıflar!..

Sözün burasında vârisi olmakla övündüğümüz medeniyette taş üstüne taş koyanlardan biri olan Kazasker Mustafa İzzet Efendi'ye dair bir anekdot aktarmak istiyorum. Bir dostumuz sosyal medyada Kazasker'in Ayasofya'da asılı olan hat levhalarından bir fotoğraf paylaştı ve o vesileyle aklıma geldi..

Hat ve 'hat tarihi' konusunda farklı bir yeri olan Uğur Derman Hoca'dan dinlemiştim; geçen yüzyılın önemli bir kısmında Osmanlı'dan kalan izlerin silinip süpürülmesi harekatında bir çok eser tahrip edilmiş, incitilmiş, bir kısmı da depolara kaldırılıp çürümeye terk edilmiş. Bu kıyımdan Ayasofya da nasibini almış; hatlar kazınmış, levhalar kaldırılmış v.s. Ancak duvarlarda asılı olan ve Kazasker Mustafa İzzet imzasını taşıyan, dört halifenin adlarının yazılı olduğu levhalar bundan kurtulmayı başarmış! Hoca'nın söylediğine göre yuvarlak şekilli bu levhaların çapı yedibuçuk metre ve Ayasofya'nın kapı yüksekliği yedi metre olduğu için mâbetten çıkaramamışlar, sadece asılı olduğu yerden indirip bir köşeye dayamakla yetinmişler.. Buna da şükür mü diyelim, ne kaybettiğimizi bile tam olarak bilemeyişimize mi hayıflanalım; insan ne yapacağını bilemiyor.. Vâ esefâ!..

Diyeceğim o ki; hoşumuza gitse de gitmese de, millet olarak böyle bir "haylazlık" dönemi geçirmişiz. Şimdi bunu telafi etmek için oturup harıl harıl dersimizi çalışmak zorundayız. Biz ise sabırla gayreti harmanlamak yerine "teb demeden Tebâreke'ye çıkma" hevesindeyiz. Bu acullukla medeniyet inşası mümkün mü? Kazasker'le ilgili bir şey daha paylaşayım, mümkün olup olmayacağına siz karar verin..

Yine Uğur Derman Hoca'nın ifadesine göre, o muhteşem yazıların hattatı olan Kazasker Mustafa Efendi, her gün meşgul olduğu yazı yazma işine resmi görevi dolayısıyla Cuma günleri ara verirmiş. Kalemden kağıttan bir gün uzak kalan elindeki maharet ve kıvam kaybını Hazret, "aradan yıllar geçse de Cumartesi günleri yazdığım yazıyı ensesinden tanırım!" diyerek ifade edermiş.

Mesele taş, toprak ve kazma kürekse herkeste, her iklimde fazlasıyla var. Eğer medeniyet inşası için, zanâatta, sanatta, edebiyatta, nezakette, düşünüşte, yaşayışta ilh. bunun gibi nice incelikler gerekmese her topluluk bir medeniyetin bânîsi olurdu. Kaldı ki, her ayrıntısına henüz hakkıyla vakıf olmasak da, yitip gidenleri geri getirmek mümkün olmasa da; eğer niyetimiz sahih ise yine de iddiamızın altında ezilmeme şansına sahibiz. Yeter ki; o mirastan kalan ne varsa iğneyle kuyu kazma sabrı ile gün yüzüne çıkarıp yeniden ihya ederek ve tarihi tecrübemizi yeniden kuşanarak sabırla ve şuurla dersimizi çalışalım..

Ustaca..

Derler ki; yarım doktor candan eder, yarım hoca dinden eder.. Derim ki; yarım irfan da medeniyetten eder.. Hâl-i pürmelâlimiz canlı örneğidir.

Etiketler : , , , ,

Bu Yazıyı Yazdır Bu Yazıyı Yazdır

Yorumlar Kapatıldı.



2007-2012 Bilgi Agi / Turkiye nin Interaktif Kose Yazari Gazetesi

Designed By Online Groups
ÇÖZÜM ORTAKLARIMIZ

bizajans, kent akademisi, sunubank