- Bilgi Agi | Turkiye nin Interaktif Kose Yazari Gazetesi ve Yazar Portali - https://www.bilgiagi.net -

Zeynep Kimlere Yansın?… Zeynep Kime Ağlasın?…

Aylardan Muharrem, günlerden Aşure… Gökler kül renginde… Toz bulutlarının görüş mesafesini sıfıra indirdiği demlerdeyiz. Yüreklere hapsedilmiş derin acılar… Bir ömür kadar uzun, geçmeyen dakikalar… İnsan suretindeki bir kısım mahlûklar insanlığa rahmet okutuyor. Toprak hicapla taşıyor masumlara hayat hakkı tanımayan hunharları, insaf fakiri katilleri…

Kerbela’yı düşünüyorum, acıların en tarifsizini… Kulaklarıma vahşi naralar geliyor asırlar ötesinden. Bir çeşme başında olsam da, susuzluk ruhumun taşrasını alev ateş kavuruyor. Suya hasret çöller gibiyim suların ortasında. Dilim damağıma yapışıyor susuzluktan. Kerbela’nın kör belaya dönüştüğü kadim zamanlarda, susuzluktan dudakları şerha şerha yarılmış Kerbela fedailerini düşününce bir damla suyu kendime haram sayıyorum. Ter, alnımdaki kırışıklardan sızarken dudaklarıma değiyor tuzlu bir damla… Heyulalar basıyor derin uykularımı, geceler zindan karası… Kekremsi hüzünler karışıyor efkârıma…

Bela ve gam çölüydü Kerbela… Hak yolda yürüyenlere ıssızdı, yaslıydı, acı doluydu.  Masum bedenlere mezardı. Mübarek kesik başların yerlerde süründürüldüğü, aklın ve mantığın sükût bulduğu yerdi Kerbela!… Ruhların sonsuzluğa kanatlandığı uçsuz bucaksız çöldü. Zulmün sınır tanımadığı, vahşetin ayyuka çıktığı, ölümün sağnak sağnak yağdığı yerdi.

 

Kerbela bir maceraya atılış değildi müminler için… İslam’ın izzetini korumaktı. Bu elim hadiseye basiret nazarlarıyla bakıldığında, Fuzulî’nin deyimiyle “saadete ermişlerin bahçesi”ydi, Hadikatü’s-Süeda’ydı Kerbela… Dudakların susuzluktan yarıldığı, gözyaşlarının sel olduğu bir çeşit ağlama durağıydı bu kanlı toprak… Fuzulî’nin ruhunda bir tortuydu:

“Kerbela deştinde şah-i Kerbelanun hâline

İttifak-i am olup mecmu’-i alem ağladı.

Paye-i arş-i mu’allade töküp Cibril eşk,

Ravza-i Rizvanda ruh-i Nuh u Adem ağladı”(1)

Kana doymayan çölün, zulüm coğrafyasının adıdır Kerbela!... Kerbela, amansız ve anlamsız ayrılıkların mahşeridir. Ayrılık vaktinde gökte melekler ağlıyordu. Yezid’in avanesi mübarek başları bedenlerinden ayırıp naaşlar üzerinde at koşturuyordu. Mümin kadınların çadırları ateşe veriliyor, yağmalanıyor, şehitlerin başları kesilerek mızrakların ucuna takılıyordu. Âb-ı hayat hükmündeki bir damla su esirgeniyordu beşikteki körpe yavrulardan. Bu ıssız bela çölünde insaf ve merhamet firar etmişti kapkaranlık ve tarumar yüreklerden...

Yüzyıllar geçse de Kerbela’nın tarifi imkânsız acısı dinmez yüreklerde. Zira Hak dostu şairlerin mısralarına konu olmuş Kerbela… Şairler Kerbela’nın acısını yüreklerine gömmüşler. Niyâzî Mısrî ne güzel anlatmış ehl-i beyt sevgisini, acısı yüreklerde büyüdükçe büyüyen Kerbela’yı... Tarifsiz açılara değdirmiş simsiyah mürekkebe daldırdığı divitini…

“Ol Hasan hazretlerine zehir içirdi eşkıya,

Hem Hüseyin oldu susuz şehid-i Kerbelâ,

İkisi de aslı nesli cümle âli Mustafâ.

 Ben onun evlâd-ı ensabına kurban olayım.”(2)

Binlere karşı birler ne yapsın(dı)? Kılıçlar inip kalkıyordu ehl-i beytin mübarek bedenlerine. 72 yiğit, Yezid’in binlerine karşı ölüm kalım savaşı vermekteydi. Bir yudum suya hasret kalmış, susuzluktan yanıp tutuşmuşlardı.  Ölüme meydan okumuşlardı. Hepsi de birer birer toprağın kara bağrına düşmüşlerdi ana kucağı niyetine... Geride kalanların onurlu yaşaması için bunu yapmak mecburiyetindeydiler. Böylece yaşayanlara hayatları pahasına ders de vermişlerdi. Kanlarıyla bir destan yazmışlardı. Suya hasret gitseler de şahadet şerbetini kana kana içmişlerdi. Dünyanın meşakkatlerinden kurtulup huzura kanatlanmışlardı.

 

Güllerin ve gönüllerin Efendisinin torunuydu Hüseyin… Resulullah’ın davasını sırtlamıştı yokuşlarda. O gönül ufuklarından doğan bir güneşti. Köhnemiş zamanı tazeleyendi. Ateşten gömleğini mumdan bedenine giymişti. O, tevhit kandilini tutuşturmuştu Kerbela ateşiyle.  “Lâ” baltasıyla putları kıran İbrahim’in silsilesinden bir nur hâlesiydi o… Yezid, ondan kendisine mutlak biat etmesini istiyordu. Gözleri dönmüştü vahşilerin. Ya biat ya ölüm… Başka seçenek tanımıyorlardı ona... Yezid’e biat etmiyordu şerefli peygamberin şerefli torunu Hüseyin… Çünkü Yezid yalancıydı, imanlı gönüllere pusu kurandı, şer odaklarının hamisiydi. Peygamberin mübarek torununa böyle birine biat etmek yakışmazdı.

 

O da kendisine yakışanı yaptı. Nâmüsait şartlar olsa da mücadeleyi seçti. Canını hiçe sayarak yalın kılıç atıldı gaza meydanlarına. “Yok mu bana yardım edecek?” nidası hava zerrecilerine takılıp kalıyordu. Hüseyin’i hak yolda bir başına bırakmıştı dost sandıkları.

Çocukları, yeğenleri ve akrabaları vardı kafilede. Göz yaşartacak bir manzara… “Babacığım gitme! Bir daha su istemeyeceğiz. N’olur gitme babacığım o meydana! Götür bizi Medine’ye, düşmanlara esir etme!” diyordu kızı Sakine… Gözyaşlarını içine akıtıyordu Sakine… Bu elim tablo karşısında ne kadar gayret etse de ismiyle müsemma olamıyordu Sakine… Kolay mıydı bir babayı ölüme yolculamak, kolay mıydı elveda demek!...

Sabır abidesi Zeynep, biricik kardeşinin vahşilerin üzerine gitmesine nasıl razı olacaktı? “Elveda Zeynep! Bacım, gitmeliyim dedemin yolundan… “ deyip, çocuklarını bacısına emanet ediyordu Hüseyin!.... Aklı ve duyguları, arkada bıraktıklarında kalsa da gidiyordu dönüşü olmayan bir yolculuğa… Nasıl olsa mahşer günü aynı bayrak altında toplanacaklardı. Resulullah’ın ‘liva-ül hamd’ sancağının gölgesinde gölgeleneceklerdi.

Basiret nazarları keskin olan İmam Hüseyin biliyordu şehit olacağını. Onun için hazırlamıştı kendini. Vedalaşmıştı sevdikleriyle. Onları Allah’a emanet etmişti. Bu duygularla bir mum misali girmişti ateş denizlerine. Dalkılıç atılmıştı düşmanın saflarına. Heybeti ve iradesi, şecaati ve mertliği görülmeye değerdi. ‘En Sevgili’ye kavuşacak olmanın heyecanı vardı üzerinde. Cennetin kapıları ardına kadar açılmış, bu kutlu misafirini beklemekteydi.

 

Ok çıkmıştı yaydan bir kere… Bu gidişi ertelemek veya iptal etmek aklının ucundan bile geçmiyordu Hüseyin’in... Mahmuzlanan çılgın ve soylu atlar, acıların en asiline koşmaktaydı. Binler saldırıyordu birlerin üzerine... Kıyamet dedikleri bu olsa gerekti. Hz. Hüseyin’in Kerbela yoluna çıkarken değişmez parolası hayat, iman ve cihattı. Zırhını giyen peygamberin geri dönmediği gibi, o da kâinatın övüncü bir peygamberin can parçası, mübarek torunu olarak bir daha geri dönmeyecekti. Dönerse kutlu İslam davası yara alabilirdi.

 

Birer birer şehit oluyordu mübarek bedenler... Abbas’ın şahadeti derinden etkiliyordu Hz. Hüseyin’i… Acılar üstüne üstüne geliyordu fasılasız… Canından aziz bildikleri, gözlerinin önünde sonsuzluğa kanatlanıyordu. Metanetini kaybetmemek için güçlü olmaya çalışıyordu. Sonunda çocukları, kadınları ardında bırakıp o da atılıyordu şahadet meydanına.  Kör bir kılıçla o da sonsuzluğa ilk adımını atıyordu. Bununla yetinmeyen zalimler, Hüseyin’in mübarek başını bedeninden ayırma küstahlığına vardırıyordu çirkin eylemlerini…

Kerbela Kerbela olalı böyle vahşet görmemişti. Cümle mevcudat yok olmak istemişti hicabından… Müminlerin emiri Hz. Muhammed’in sırtından indirmediği can paresi, Hz. Fatıma’nın gonca gülü Hz. Hüseyin, Muharrem’in onuncu günü gözü dönmüş melunlar tarafından şehit edilmişti. Yezid’in zafer çığlıkları ehl-i beytin feryatlarına karışıyordu. Yıllar zaman değirmeninde öğütülmüştü. Un ufak olmuştu hatıralar… Suya hasret Kerbela çölleri gözyaşlarıyla sulanmıştı. Acı bir destan yazılmıştı göklerin ve kızgın kumların şahitliğinde. Fırat ağlıyordu, gökler ağlıyordu. Zira ıstırap, çile ve sıkıntı yeriydi Kerbela!….

Otuzu aşkın mızrak ve kılıç yarası almıştı Hüseyin… Mübarek bedeninden akan kanlar Muhammed ümmetinin ak alnına sıçramıştı. Peygamberimize çok önceden malum olmuştu Hüseyin’in şahadeti... Su yüzü görmeyen kumlar, hunharca kan içiyordu. Çığlıklarla inim inim inliyordu çöller… Hüseyin’in kundaktaki körpesi Ali Asgar bile nasibini almıştı Kerbela vahşetinden. Hunharca katledilmişti o da... Gökler ve yerler matemlere boğulmuştu. Başı bedeninden ayrılan Hüseyin aşkın şehidiydi. Şahadetin ışıltısı vardı manalı gözlerinde.

 

Sana nasıl kıydılar Peygamberin can parçası Hüseyin?… Gökler dindiremedi mi susuzluğunu? Susuzluktan dilin damağına yapışmışken şimdi ben nasıl kana kana su içerim? Seni yarı yolda koyanlara nasıl insan diye bakarım? Sen yönümüzü gösteren kutup yıldızıydın Hüseyin... Senin gidişinle tebessümler uğramaz oldu yüzümüze. Gönül evimizin mumu söndü. Sevgi pınarlarımız Kerbela misali kurudu, akmaz oldu. Vefa ve insaf silindi gönül lügatlerinden. Gönül bahçelerimizde açan gonca güller küle döndü. Mazinin puslu aynasında acının izleri var şimdi... Senin gidişinle mevsimler neşesini kaybetti. Duman çöktü dağlarımıza. Pervaneler misali yandık hasret ateşinde. Kerbela çöllerinde merhamet deniziydin sen. Karanlık gecelerde ayın on dördüydün. Gönüllerimizde açan takva çiçeğiydin.

 

Şimdi bu âlemden çok uzaklarda suyun rüyasını görür gül yüzlü Hüseyin… Düşlerinde zemzemden çağlayanlar akar kutlu tepelerden… Kana kana içer Kerbela’da kendisinden esirgenen bengisudan... Hz. Hüseyin dendiğinde kalbim susar, ruhum susar, suların gözesinde olsam da…. O susuzken bir damla suyu kendime reva göremem…

Peygamberin emanetiydin sen... Bizler bu kutlu can emanetini taşıyamadık aydınlık yarınlara. Kurda kuşa yem ettik seni. Âh, ne ağır bir yükü sırtladın sen. Sen ki fanilikte buldun ebediliği… Bir kum tanesine sığdırdın onca acıları. Kerbela’da gecenin karanlığına karışıyordu kızgın gözyaşları. Zalimlerin başına yağacak belalar pek yakındı.

 

Nice yürekler yaktın Kerbela… Kuzuları kurtlara yem ettin sen. Vefayı, aşkı ve sadakati biçti paslı

kılıçlar… Öfkeden kudurmuştu nefisler, kararmıştı kalpler… Bin acının bir yüreğe abandığı, hüzünlerin harmanlandığı, kılıç şakırtılarının tekbirlere karıştığı, kalplerin kaskatı kesildiği akıllara ziyan yersin sen. Kanın su gibi aktığı ölüm meydanısın.

 

Sen ne bahtsız topraksın Kerbela… Mazlumların âhını almışsın. Dün ehl-i beyte mezar olan bu topraklar bugün Amerikan çizmeleri altında inim inim inlemektedir. Hz. Hüseyin’in mübarek ruhu bu elim manzaradan rahatsızlık duymaktadır. Adeta dirilip dirilip tekrar ölmektedir. Kerbela’ya kan düşmüştür bir kere. Kan dökenlerin izini takip edenler, kanı suyla değil, kanı kanla yuğmanın peşindedir. Mantık(sızlık) bu olunca huzur uzağa düşmektedir.

 

Kerbela’nın acısı asırlar boyu dinmedi, bundan sonra da dinmeyecek. Pak yüreğinden ehl-i beyt sevgisi taşan gönül ehli, mutasavvıf şair Alvarlı Efe Hazretleri şu veciz mısralarında ne kadar da içli anlatmıştır ölümün kol gezdiği, canların kıyama durduğu bahtsız Kerbela’yı:

“Bu gün mah–ı Muharremdir, muhibb–i hanedan ağlar
 Bu gün Eyyam–ı matemdir, bu gün ab–ı revan ağlar
 Hüseyn–i Kerbela’yı elvan eden gündür bugün.
 Bu gün Arş–ı muazzamda olan âli divan ağlar”(3)

Zeynep, Kerbela’da yaşanan acılara şahit oluyor, gözyaşları kupkuru çölleri ıslatıyordu. ‘Hüseyin’siz yaşayamam’ dese de çaresizliğe teslim oluyordu. Bunca acıyı ve ayrılığı sindiremiyordu Zeynep’in yaralı kalbi. Ayakları bedenini taşımakta güçlük çekiyordu.

 

Onca acılara şahit olduktan sonra Küfe’ye getirilmişti Hz. Zeynep ve acılı yol arkadaşları… Zeynep günlerden beri aç ve susuzdu. Büyük bir imtihandan geçirildiklerinin farkındaydılar. İsyandan uzak durup tevekküle sarılıyorlardı. Yaşanan bunca acılara rağmen Küfe’deki halka dertlerini anlatmaya karar vermişti ağır imtihanlardan ve onca badirelerden geçmesine rağmen dimdik duran Zeynep… Kılıçların ve mızrakların gölgesinde cesaretle konuşuyordu Zeynep… O, Hz. Ali’nin kızıydı. Babası gibi korkusuzdu. Fesahat ve belagatle konuşuyordu. Etrafta toplanan insanlar kulak kesilmiş, ne söyleyeceğini merak ediyordu. Kellesini koltuğuna alan bir kahraman cesaretiyle Küfelilere şunları söylüyordu:

 

“Ey Kufe halkı! Ey aldatılmış zavallı halk, bize mi ağlıyorsunuz? Oysaki bizim gözlerimiz hâlâ yaşlı, ıztıraplarımız dinmemiş, feryatlarımız yatışmamıştır. Sizler, gerdanlığın kayıp edip  sonra da toprak içerisinde arayan kadın gibisiniz. Sizler, Allah ve Resulüne iman getirdiniz ama daha sonra işlediğiniz bu büyük günahla onun kökünü kazıyıp attınız. Sizden fesat, şer ve şarlatanlıktan başka bir şey de beklenemez, sizler o güle benziyorsunuz ki ne yiyilen ne de koklanandır. Sizin nefisleriniz ne kadar da kötü bir nefistir, sizler Allah’ın gazabına uğramış ve cehennemlik olmuş bir toplumsunuz. Bizleri öldürdünüz şimdi bize ağlıyorsunuz. Evet! Allah’a yemin olsun ki çok ağlayın, az gülün, bu işlediğiniz cinayetin kanı sizin yakanıza yapışmış, bu yaptığınız pis ve kötü amellerinizden kurtulamazsınız ve bu ar ve rezillik sizi kahredecek, hiçbir suyla bu çirkef lekelerinizden yıkanamazsınız.

 

Peygamberin oğlu ve cennet gençlerinin efendisinin kanı nasıl yıkansın, siz iyiliklerin mabedini ve yardıma muhtaç olanların derman kapısını yıkıp öldürdünüz. Siz, Allah’ın ve Resulünün size olan hüccetini öldürdünüz. Ey Kufe halkı! Öyle büyük ve kötü bir günaha saplandınız ki, Allah’ın azap ve felaketi sizin üzerinizdedir. Uğraşlarınız, eliniz, yaptığınız her iş Allah’tan bela olarak size dönsün ve maalesef o belayı sizler istediniz ve zillete duçar oldunuz. Ey Kufe halkı! Vay olsun size, kimin ciğerini söktüğünüzü biliyor musunuz? Siz, Muhammed Mustafa (sav)’nın göğsünü açıp ciğerini aldınız, ismet perdesini yırttınız. Siz Peygamberin kanını akıttığınızın farkında mısınız ve ona nasıl bir saygısızlık ettiğinizi biliyor musunuz? Siz öyle büyük bir günah işlediniz ki günahınız yer ve gökyüzünü doldurdu, sizin bu yaptığınız günah ve işlediğiniz cinayetten dolayı gökyüzünden kan yağmasına şaşırmayın. Ahiret günü Allah’ın kahır ve zelil edici azabı haktır ve gerçekleşecektir.”(4)

Bîçare Zeynep’i düşünüyorum bir Kerbela akşamında... Acısı içime akıyor, sızısı gönül telimi titretiyor. Zira çaresizdi Zeynep… Kardeşlerini, kuzenlerini, biricik yeğenlerini, akrabalarını, en acısı da canından çok sevdiği Hüseyin’i kaybetmişti Kerbela’nın bela yağan çöllerinde. Bu yüzden kime ağlayacağını bilemeden oradan oraya koşuyordu çaresiz Zeynep... Fakat aklı başındaydı, yine de metin olmaya çalışıyor, hicran gözyaşlarını içine akıtıyordu.

 

Ey kime ağlayacağını bil(e)meyen, müminlerin medar-ı iftiharı Hz. Zeynep!…

Hangimiz senin yerinde olsak, senin kadar vakur kalabilirdik? Hangimiz her biri kurşun kadar tesirli cümle hakikatleri taviz vermeden düşmanın yüzüne haykırabilirdik?

Şehitler serdarı Hüseyin, sana sabırlı olmayı tavsiye etmişti; için kan ağlasa da sen de onun bu kutlu tavsiyesine uymuş, bir de sabır gömleğini giymiştin ateşten gömleğin üzerine...

Sevgili annen Zehra, ilmin kapısı baban Ali, güzeller güzeli kardeşin Hasan’dan sonra ölüm kervanı yine gönül güzergâhından geçmiş, neyin var neyin yok silip süpürmüştü. Hiçbir faninin dayanamayacağı acılara giriftar olsan da, geride başsız kalan kadınlara baş olmuştun.

Müminlerin yiğit kadınıydın sen!… Bile bile ölüme koşan kardeşin Hüseyin’i bu zor günlerinde hiç yalnız bırakmadın; ona güç verdin; onun eteğinden tuttun; varlığını ona hissettirdin. Onu, gelmesi muhtemel tehlikelerden korumak için bir dağ gibi set oldun.

Ey mümin kadınların hayırlısı! Sen başsız kalan, eşsiz ve yetimlerin kervanına baş oldun. Yaralılara merhem oldun. İçindeki iman güneşiyle karanlıkları aydınlattın.

 

Küfeli zalimlerin yüzüne tükürürcesine onlara izzetin ve iffetinle derslerini verdin. Nice erkekten daha güçlü ve cesurdun sen... Çünkü senin arkanda yüce Allah ve Resulü vardı.

Zalimlere karşı hiçbir zaman eğilmedin, bükülmedin. Düşmanlarının karşısında dirençli, güçlü ve sağlam durdun. İbn-i Ziyad’ın sarayında bile, adeta bir aslan kesilerek zulmün borazan başını cesaret ve şecaatinle susturdun. Yezid’in sözlerini boğazına tıktın. Kurşun gibi sözlerin, Yezid’in günah galerisine dönen kalbinin duvarlarında yankılanmıştı. Yezid feleğini şaşırmıştı. İçine bir korku düşmüştü Yezid’in... Zira Zeynep ehl-i beytin ulularının diliyle ve yüreğiyle konuşuyordu. Zeynep korkusuzca hakikatleri haykırıyordu…

Sen ne soylu bir kadındın Zeynep!… Mümin kadınların emsalsiz numunesiydin sen!…

 

Dipnotlar:

1. “Hadikatü’s-Süeda”-Fuzulî

2. Divan- Niyazî Mısrî

3. “Hulâsatü'l-Hakayık ve Mektûbât-ı Hâce Muhammed Lutfî”

4.  http://www.ehlibeytnuru.net [1]