- Bilgi Agi | Turkiye nin Interaktif Kose Yazari Gazetesi ve Yazar Portali - https://www.bilgiagi.net -

Ukrayna Gezisi (I)

Haziran ayının sonlarına doğru İstanbul Atatürk havalimanından Türk hava yollarının tarifeli uçuşuyla Ukrayna’nın Kherson şehrine gittim. Kherson, Ukrayna’nın güneyinde toplam 1.400.000 nüfusa sahip bir oblast. Şehir merkezi ise 380.000 nüfusa sahip.
Uçak, Karadeniz’in üzerinde alçalmaya başladığında pencereden görünen doğa manzarası muhteşem. Kherson havalimanına inerken pistin ne kadar kötü olduğunu anlamak için uzman olmak gerekmiyor. Zaten sadece iki tane pisti var. Uçaktan inerken fotoğraf çekmeye kalktığınızda askerler tarafından uyarılıyorsunuz. Bunun nedeni ise havalimanı yanında konuşlandırılmış olan yaklaşık 50-60 adet savaş helikopteri olsa gerek.
Havalimanından giriş yaparken dikkat çeken en önemli şey; hemen tüm personelin asker olması. Sivil güvenlik görevlileri yok denecek kadar az. Her havalimanında olduğu gibi pasaport kontrolü titizlikle yapılıyor.
Pasaport kontrolünün ardından Ukrayna topraklarına girmiş oluyorsunuz. Havalimanı şehir merkezine yaklaşık olarak 8 km. mesafede olmasına rağmen bir taksi durağı ya da toplu ulaşım aracı yok. Ne var ki, pazarlık yapıp parasını verdiğiniz her araç sizin için taksi olabiliyor. Biz de Slavik isimli bir Ukrayna vatandaşıyla pazarlık yaparak otelimize onun arabasıyla gitmeye karar verdik. Taksimize binip şehir merkezine giderken yolların çok eski ve hemen her yerinde yamalar olmasını garipsedim. Zira bir havalimanını şehir’e bağlayan yol bu kadar bakımsız olmamalı.
Şehir’e girdiğinizde sizi yoğun bir yeşil renk karşılıyor. Tüm cadde ve sokaklardaki kaldırımları ağaçlar gölgeliyor. Yoğunlukla kestane, akasya ve ıhlamur ağaçları var. Ana caddeler bile bizdeki gibi geniş bir refüjle ayrılmış değil. Gidiş geliş yönlerini sadece yan yana çizilmiş iki çizgi ayırıyor. )Trafik konusunu daha sonra detaylı şekilde anlatacağım). Yollarda o kadar ağaç olmasına rağmen yerlerde yaprak görmek mümkün değil. Yine aynı şekilde yerlerde tek bir sigara izmariti, kibrit çöpü, kürdan veya kullanılıp atılmış kâğıt mendil veya peçete de göremezsiniz.
Şehir içinde kamu binaları dâhil olmak üzere, yeni bina yok denilecek kadar az. Sadece birkaç banka binasının yeni olduğu görülüyor. Şehirde birkaç tanede inşaat gördüm fakat bu inşaatlarda da uzun zamandan bu yana bir faaliyet olmadığı anlaşılıyor. Binaların tamamına yakını eski olmasının yanı sıra çok bakımsız.
Aracımız bizi otelin önünde bıraktığında büyük bir hayal kırıklığı yaşadım. Benim yer ayırttığım otel burası olamazdı. Zira yaklaşık dört metre yüksekliğinde duvarlar ve bu duvarların üst kısımlarında pencereler tahtalar çakılarak kapatılmıştı. Duvarın boyası iyice solmuş pembeydi. İki yana açılabildiği belli olan bir kapısı vardı. Kapıda 10 tane yan yana küçük düğmelerden başka bir şey yoktu. Telefon ile resepsiyonu aradık. O küçük düğmelerle dört rakamlı bir şifre oluşturduğumuzda kapı açıldı. Avlu benzeri bir yere girdik. O gördüğüm duvarların şimdi bahçe duvarı olarak kullanıldığını anladım. Karşı çaprazımızda ise otelimizin adı yazıyordu: “Tihaya Gavan” ( Sessiz Liman ). Otelimiz dış görünüş olarak yeni bir binaya benziyordu. İnternet üzerinden rezervasyon yaptığımız için, acemilikten olsa gerek zemin katta bir süit oda kiralamışım.
Resepsiyonda bizi 18-20 yaşlarında tipik Ukraynalı bir kız karşıladı. Ne yazık ki birçok Ukraynalı gibi o da İngilizce bilmiyordu. İsmimi söylediğimde rezervasyonumu tamamladı ve dört günlük konaklama ve kahvaltı bedeli olarak 110 $ ( yaklaşık olarak 330 Tl) ödedim. Bana göre iki kişi için çok hesaplı bir fiyattı.
Odamız geniş bir salon ve açık mutfağa sahip, iki yatak odalı yine geniş ve jakuji’li banyosu olan ve anladığım kadarıyla otelin en iyi odasıydı. Otelimizde eşyalarımızı yerleştirdikten sonra dışarı çıktık ve bir minibüsle “magazin” dedikleri markete gittik. Minibüs ve otobüslerin tamamı çok eski model. Hiçbir yerde yeni bir toplu taşıma aracı görmek kısmet olmadı. Dolmuş ücreti ise kişi başı 3 Grv ( yaklaşık 0,30 TL)
Günlerden cumartesi ve aylardan haziran olmasının da etkisiyle cadde ve sokaklar çok tenha idi. Gittiğimiz market, bizdeki orta büyüklükte bir marketti ve birçok uluslar arası markayı görmek de mümkündü. Bana tuhaf gelen şeylerden birisi ise tüm cadde ve sokaklarda, alışveriş merkezlerinde, yani şehrin her yerinde hep kadınlar var. Tek tük erkek görüyorsunuz. Bindiğimiz dolmuşta bile şoför ve benim dışımda erkek yoktu. Yine aynı şekilde markette de girişteki güvenlik görevlisi dışında erkek personel görmedim.
Meyve olarak mevsimine göre Türkiye’de ne varsa orada da var. Biz iki çeşit elma, bolca kiraz, kayısı ve şeftali aldık. Kiraz ve vişneleri çok lezzetli sanırım iklimin etkisi. Belirtmek gerekir ki çok lezzetli peynirleri var. Esas dikkatimi çeken ise bizim marketlerde görmeye alışık olmadığımız kurutulmuş balık reyonuydu. Envai türde kurutulmuş balık vardı. Daha sonraki market ve Pazar gezilerimde de yine aynı manzara ile karşılaşmıştım.
Market alışverişimiz 1.168 Grv. ( yaklaşık 120 TL) tuttu. Fakat söylemeliyim ki o market sepeti eğer Türkiye’de olsaydı yaklaşık olarak 500 TL civarında tutardı. Markette kasiyer Paket falan dediğinde ben anlamadım fakat eliyle poşeti gösterince ben tamam anlamında başımı salladım, arkadaşım hayır dedi ve kabul etmedi. Sonra çantasından birkaç poşet çıkardı aldıklarımızı bu poşetlere koyup çıktık. Ben nedenini sorduğumda poşetlerin parayla satıldığını söyledi. Ukrayna’da her kadın çantasında illa ki birkaç tane paket, yani poşet taşırmış. Tabii böyle olunca da her yerde atılmış poşet göremiyorsunuz doğal olarak…
Otelimize geri dönüp market alışverişimizi buzdolabımıza yerleştirdikten sonra tekrar dışarı çıktık. Kherson’un kurucusu prens “Grigory Potemkin” heykelinin olduğu meydana gittik. Biraz orada gezdik. Parkın içindeki ağaçların tamamı akasya ağacıydı. Akasyaların çiçek aştığı dönemde harika bir görüntü ve koku olduğuna eminim. Park da çok kalabalık değildi birkaç bankta genç sevgililer oturmuş sohbet ediyordu. Birkaç da yaşlı gazete okuyordu.
Hava kararmaya başladığında otelimize yakın bir mesafede Zorya isimli bir lokantaya gittik. Lokantanın değişik bir dizaynı vardı masalar, kargılar ile bölünüp loca haline getirilmiş ve otantik bir hava verilmiş, loş bir ışık ve masalar mum ışığı ile aydınlatılmıştı. Lokanta yarı yarıya dolu olmasına rağmen insanlar düşük ses tonuyla konuştukları için fonda çalan müziği rahatlıkla dinleyebiliyorsunuz.
Yerimize oturduktan az sonra garson kız menüyü getirip masaya bıraktı. Biz ne yiyeceğimize karar verdik ve az sonra garson tekrar geldiğinde siparişimizi verdik. Önce sularımız geldi ( ki Ukrayna’da pet şişede su ucuz bir içecek değil). Ardından deniz mahsulleri, bizdeki sac tava gibi bir sunumla geldi ve yanına tabaklarımızda makarnalarımız ve içeceklerimiz.
Yemeğimiz oldukça değişik ve lezzetliydi. Kalamar, karides, midye ve balık sacda pişirilmiş üzerine değişik baharatlar ve “smetana” eklenmişti. Smetana bizdeki yoğurtla krema arası bir yiyecek ve muhteşem bir lezzeti var. Tam Türkçeye çevirdiğimizde ekşi krema diyorlar. Yemek her ne kadar iki kişilik olsa da dört kişi rahatlıkla doyardı. Bu arada belirtmek isterim; Nerede yemek yerseniz yiyin, tüm yemekler bir sunum harikası. Domates söğüş istediğinizde bile gelen tabağa bakıp, ben bunu mu istemiştim diye şaşırmanız mümkün.
Harika bir yemek sonrası gelen hesap 370 Grv ( 40 TL civarında) tutmuştu. 400 Grv bıraktığımızda garsonun mutluluğunu görmeniz gerekirdi. Garsoniye olarak illaki şu kadar bırakmanız gerekiyor diye bir şey yok. Gönlünüzden ne koparsa misali oluyor.
* * *
İkinci gün sabah odamızda uyandıktan sonra herkesin yaptığı gibi tuvalet ihtiyacı için banyoya girdim. Bir gün öncesinden klozette taharet çubuğu ve taharet musluğu gibi bir donanım olmadığını görmüştüm. Bizde hep söylerler ya, bu Avrupalılar tuvaletten sonra taharetlenmiyor pis kalkıyorlar diye. Bu lafın doğru bir yönü yok. Zira onlar Tuvaletten sonra duşa giriyorlar ve komple temizlik yapıyorlar. Tabi ki tuvaletin yanında tuvalet kâğıdı bulunmaktaydı.
Otelimizin bodrum katı lokanta ve diskotek olarak tasarlanmıştı. Duvarlarda harika taş işçiliği olan bir mekândı. Kahvaltı tabağında yumurta, sosis, domates ve salatalık vardı. Biz yanımızda yiyeceğimiz kadar peynir indirmiştik. Arkadaşım sosis’in rengine bakarak bu tavuk sosisidir fakat muhtemelen domuz sosisi de olabilir o yüzden sen yeme diyerek sosis yedirmedi bana. Kahvaltımızı hızlıca yaparak dışarı çıktık. Pazar günü olduğu için arkadaşım kiliseye gitmek istiyordu. Ben otelimizin hemen bitişiğinde bir kilise olduğunu söylediğimde, hayır ben Grek katoliğim o kiliseye gidemem cevabı bir hayli şaşırttı beni. Hâlbuki bulunduğumuz otele yakın iki tane kilise vardı. Bir taksi çağırdık ve bir hayli yol gittikten sonra şehrin dışı denilebilecek bir yerde kiliseye geldik. Kiliseni bahçesinde tam karşımızda taş bir kilise sağ yanımızda ise ahşap bir kilise vardı. Ahşap kilise tarihi özelliği olan bir kiliseymiş. Girişin sağ yanında ise bir metrelik bir kaideni üzerinde yaklaşık iki metre boyunda ellerini iki yana açmış beyaz mermerden bir “Meryem” heykeli vardı.
Kiliseye gelenlerin tamamı çok güzel giyinmişler ve birçoğunun elinde çiçekler vardı. Ekonomik durumu daha iyi olanlar ise Ukrayna yerel giysileriyle kiliseye geliyordu. Yerel bir gömleğin fiyatının bir maaşın yarısı olduğu düşünülürse neden ekonomik durumu iyi olanların giydiği anlaşılır. Kadınların tamamı kiliseye girerken başını örtüyor, fakat bu bir zorunluluk değil. Zira başı açık kadınlar ve kızlar da vardı.
Kilise tertemizdi ve çiçeklerle süslenmişti. İçeride sıralar vardı ve en önde oturan yaşlı teyzeler sürekli ilahiler söylüyorlardı. Buhurdanlıktan yayılan koku, ilahiler, içerideki renk ambiyansı, ritüelleri süsleyen öğelerdi.
Bir süre sonra ben merdivenden yukarı çıktım izlemeye başladım. Onlar, ibadetlerini yapmaya başladılar. Bir yanda bir rahip sürekli kutsal kitaptan dualar okuyor. Bir kenarda tahta bir kumbara duruyor kimisi bu kumbaraya para atıyordu. Bu sırada küçük yayvan bir sepet halkın arasında dolaşmaya başladı. Herkes gücüne göre içine para bırakıyor ve sepeti yanındakine uzatıyordu. Başka bir köşede ise diğer rahip oturmuştu. Önüne birisi geliyor eğilip Rahibe bir şeyler anlatıyordu. Ve yaklaşık iki metre gerisinde ise on kişi sırada bekliyordu. Anladığım kadarıyla günah çıkarma diye bildiğimiz ibadet biçimiydi bu da.
Törenin sonunda kilisedeki herkes büyükçe bir yuvarlak oluyor ve rahip onların üzerine büyükçe bir fırça ile su serpiyordu. Bu ritüel de bittikten sonra kilise müdavimleri dağılmaya başladı.
Bu arada belirtmek isterim ki, Ukrayna’nın laiklik anlayışı ile bizimki biraz farklı. Onlarda devlet hiçbir şekilde kiliseye karışmıyor ve rahiplerin maaşını kilisenin kendisi ödüyormuş.
Kiliseden çıktıktan sonra tekrar şehir merkezine gitmek için yola çıktık. Bir otobüs durağına geldik, biraz bekledik. Birkaç tane otobüs geçse de bizim gideceğimiz yöne gitmedikleri için binmedik. Orada hiç yeni model ya da yeni otobüs, dolmuş görmedim. Hepsi en az otuz yıllıktı denilebilir. Durakta beklerken arkamızda site şeklinde yedi-sekiz katlı konutlar vardı. Bunlar sosyal konut olarak adlandırılan evlermiş ve Sovyet döneminden kalmaymış. Binaların tamamının yapıldığı günden bu yana bir tamirat ya da tadilat görmediği belli oluyordu. Bu binalara yukarıdan bakıldığında CCCP yazısı okunuyormuş dediler fakat ne kadar doğru ne kadar yanlış bilemiyorum.
Durakta beklemekten sıkılınca bir taksi çağırdık ve şehir merkezine taksiyle geri döndük. Taksi fiyatları da oldukça uygundu, zira kilometre başına 1 TL’ye tekabül eden para istiyorlar.
Şehir merkezine geldiğimizde “Rinok Bazaar” dedikleri pazarlarını gezdik. Pazar üç bölümden oluşuyordu. İlk bölümde yaklaşık onbeş metrekare civarında dükkânlar vardı. Burada giysiler, ayakkabılar, çantalar, elektrikli araçlar, kozmetik ürünleri gibi aklınıza gelebilecek her şey satılıyordu. Anladığım kadarıyla bir hayli de hesaplıydı. İkinci bölümde sundurmalar ve altında bizdeki semt pazarları gibi sebze meyve satılan bölümler vardı. Fakat bizdeki manavlarla karşılaştırmak her açıdan imkânsız. Zira her bölümde ya iki ya da üç çeşit malzeme satılıyor. Birisi sadece domates satıyor, birisi soğan ve havuç, birisi sadece yeşillik. Sebzelerin birçoğu üzerinin tozuyla toprağıyla duruyordu ve tamamına yakınının organik olduğu belliydi.
Bu konuyu biraz uzatacağım. Pazarda hiç kırmızı renkli domates görmedim. Domateslerin tamamı pembe domatesti ve çok da lezzetliydi. Havuçlar bizdeki havuçlardan daha kalın ve kısa olup yeşil kısmıyla birlikte satılıyordu. Yine soğan ve sarımsaklar üzerinin toprağıyla duruyordu. Meyve olarak ithal gelen muz, kivi ananas da görülüyordu. Plastik bardaklarda satılan Bektaşiüzümü çok ilgimi çekti. Hayatımda ilk defa orada yedim. Çok lezzetli bir meyveydi. Yine pazarda bol miktarda kiraz ve vişne vardı. Pazar’ın son bölümü ise yüksek bir binaydı. Bu bölümde ise süt ve süt ürünleri, et ve ürünleri ile diğer malzemeler satılıyordu. Tabi bütün marketlerde olduğu gibi kurutulmuş balık da.
Uzunca beton bir tezgâhı kasap reyonu yapmışlar. Beton tezgahın arkasında yaklaşık yirmi farklı kasap ürününü satmak için bekliyor. Birisi, tavuk ve tavuk ürünleri, birisi dana eti, birisi domuz eti satıyor. Orada istediğiniz eti parçalayıp size veriyorlar. Hayatımda ilk defa açık kasap görmüş oldum. Başka bir bölümde ise bizdeki sucuk, pastırma satan bölümler vardı. Fakat görüntü çok iştah açıcı değildi. Marketten almadığımız balı bu pazardan aldık. Açık yeşil renkli, akasya balıymış. Ben hayatımda böyle lezzetli bir bal tatmadım desem yeridir. Yine bizdeki gibi bal satan esnaf polen balmumu gibi diğer ürünleri de satıyordu. Pazardan çıkarken yine manavların oradan geçerken bir tezgâhta nar satıldığını gördüm. Kilosu 135 Grv ( 15 TL ) idi. Sanırım haziran ayının en pahalı meyvesiydi.
Pazar gezmemizi bitirip otelimize doğru yürürken sıcaktan bir hayli etkilenmiştik. Bir şeyler içmek için bir mekân ararken “Sandro kafe” isimli mekâna geldik. Kafe’nin önünde ahşap masalar ve sandalyeler vardı. Çok temiz ve çiçeklerle bezenmişti. Ben elma ve havuçsuyu karışımı içtim arkadaşım zencefil çayı. Zencefil çayının yanında ince bir bardakta portakal suyu ve küçük bir kâsede bal getiriyorlar. Bu hizmetin toplam parasal karşılığı ise yaklaşık 60 Grv ( 7,5 TL) tuttu. Sunum her zamanki süperdi. Oradan kalkıp biraz ilerideki “otel muscat”ın restaurant bölümüne gittik. Ben biftek arkadaşım ise somon balığı yedi. İçecek olarak da taze sıkılmış greyfurt suyu aldık. Yemekler yine birer sunum harikasıydı. İri bir dilim balığı yarıp içine bizdeki börülce benzeri taze fasulye ile pişirmişler. Üzeri son derece şık bir şekilde süslenmiş. Benim biftek ise tam istediğim gibi pişmiş ve yine çok güzel süslenmişti. Yemeğin yanında ise siz istemeseniz de kabak, patates, biber ve soğan kızartmasından oluşan bir tabak getiriyorlar. Burada ise hesap yaklaşık olarak 600 Grv ( 70 TL) civarındaydı. Greyfurt suyu, en pahalı içeceklerden birisiydi, bardağı yaklaşık 35 Grv ( 4 TL).
Bir Ukraynalı için bu tür harcamaları yapmak bir hayli zor. Zira 2500 Grv aylık maaş alan birisinin bir hesaba 600 Grv Ödemesi imkânsız gibi bir şey.
Yemeğimizi yedikten sonra “Fabrik” ismini verdikleri alışveriş merkezine gittik. Burası seksen sekiz bin metrekareye kurulmuş büyük bir alışveriş merkezi. Bizdeki büyük alışveriş merkezlerinin hemen aynısı desem yeridir. Burada, birçok Türk markasının mağazasını görmek mümkün. Şehrin yoksulluğu bir anda yok olmuş sanki. Apayrı bir dünyaya girmiş gibi hissediyorsunuz. Alışveriş merkezinin tam ortasında Kafeler ve fast food mağazaları var. Bir de çok büyük bir pist. Pist çocuklar için yapılmış. Yazın normal paten kışın da buz pateni kullanıyorlarmış.
Ukrayna’da, bizdeki gibi büyük kupalarla neskafe içme alışkanlığı yok. Genellikle yeşil çay veya meyve suyu içmeyi tercih ediyorlar.
Alışveriş merkezindeki mağazalarda satılan tekstil ürünlerinin fiyatı Türkiye’dekinin en az iki katı. Çok büyük ve çok modern kozmetik mağazalarındaki Avrupa’dan ithal edilen kozmetik ürünleri de yaklaşık olarak Türkiye’deki fiyatlara denk denilebilir.
Ukrayna’daki ikinci günüm bir hayli yorucu geçti. Zira kilise ziyareti, AVM gezisi derken bir hayli zaman harcadık. Akşam yemeği için, “Sandro” Kafe’ye gittik. Balık ( Somon) ve içinde et parçaları olan salata yedik. Yine sunum harikası bir yemekti.
Yurtdışına giden birçok kişi döndüğünde pek yemek yiyemediğinden, bizim damak zevkimize uymadığından, sürekli bisküvi ile karnını doyurduğundan söz eder. Bu durum Ukrayna için geçerli değil. Zira gerçekten süper bir mutfak kültürleri var. Ve yediğiniz birçok şeyin lezzetinden organik olduğunu fark edebiliyorsunuz. Kaldı ki bize benzer yiyecekleri de azımsanamayacak kadar fazla. Bizim döner usulü pişirilen “şavurma” hemen her yerde var. Yine aynı şekilde lokanta sorduğunuz zaman şiş kebap benzeri yemekler yapan lokantalara yönlendiriyorlar. Şiş kebaba onlar “Şaşlık” diyor. Bu arada, yemeklerinin Çukurova yemekleriyle hiç benzeşmediğini belirtmek gerek. Yemeklerinde ağır yağ ve biber salçası görmek mümkün değil.
Ukrayna’daki üçüncü günümde, havalimanında tanıştığımız ve bizi otele arabasıyla getiren “Slavik” isimli arkadaşımızla görüştük. Saat 10.00 gibi gelip bizi otelden alacağını söyledi. Bizde üzerimizi değişip otelimizin kahvaltı salonuna geçtik. Kahvaltıda tabakalarımızda “Zrniki”, “smetana”, domates, salatalık ve yumurta vardı. “Zrniki” yaklaşık 7-8 cm çapında hamurdan yapılan bir yiyecek, içinde tuzsuz peynir parçaları var ve üzerine pudra şekeri serpilmiş. Gerçekten harika yemekleri var.
Saat 10.00 gibi otelin önünden Slavik’in arabasına bindik ve Kherson yat limanına gittik. Bizde benzinin “4,85” tl olduğu günlerde orada “2,25” tl civarında idi. Yat limanında arkadaşımızın yatına bindik. Yat yaklaşık 12 metre uzunluğunda hem yelkenli hem de motorluydu. Yat limanından ayrılıp Dinyeper nehrindeki yolculuğumuza başladık.
Benim gördüğüm en geniş nehir Adana’da Seyhan nehri olduğundan Dinyeper’in büyüklüğü karşısında şaşırdım elbet. Nehir ağzında birçok delta adacığı oluşmuş. Adacık derken üzerinde evler olan adalardan bahsediyorum. Nehirde şehir hatları vapuru gibi vapur da çalışıyor. Kherson’da ekonomik durumu iyi olan hemen herkesin bu adacıklar üzerinde “Daça”sı var. Ve yazlık daçalarına yat ile gidip geliyorlar. Yat deyince yanlış anlaşılmasın 1,5 metrelik Zodyak bot da yat, Gulet’de yat. Nehir üzerinde doğal hayata çok önem verildiği görülüyor. Ördekler, kazlar ve değişik deniz kuşları tedirgin olmadan nehirde geziniyorlar. Tekne çok yaklaştığında ise uçup az ileriye gidiyorlar hepsi o. Bu sırada kano yarışı yapan iki kişiye denk geldik. Birisi Ukrayna milli takımındaymış. Bu bilgileri bize Slavik veriyor tabii ki. Slavik, Ukrayna Komünist Partisi üyesiymiş fakat şimdi partisi kapatılmış. Bu sırada nehir kenarında kumsallık alanlarda denize girenler, yüzenler var. Nehir kenarında çok büyük limanlar ve tersaneler var. Tersanelerin olduğu kısımlarda fotoğraf çekmek yasakmış.
Şehirde neden bütün marketlerde balık olduğu böylece daha iyi anlaşılıyor. Tekne turumuzu saat 6 gibi bitirdik. Gezi ücretimizi ödeyip otelimize geldik. Otelin bahçesinde mangal yapmak için ayrılan bölümde akşam yemeğimizi yemek istedik fakat hava çok sıcak olduğu için dışarıda pişirip içeride yedik. Tihaya Gavan otelinde son gecemizdi.
Sabah kalkıp kahvaltı için yine aşağı kata indik. Kahvaltıda blinniy vardı. Bizdeki krep, içine tuzsuz peynir konulup rulo yapılmış. Üzeri meyve parçaları ve smetana ile süslenmiş. Harika bir kahvaltıydı. Kahvaltı bittikten sonra üç gündür gezmek isteyip gezemediğimiz müze’ye gittik. Her yerde olduğu gibi burada da küçük bir ücret alıyorlar.
Müze konusuna bir dalarsam zannederim bir cilt kitap yazmak gerekir. Zira müze gerçekten çok detaylı idi. Kherson bölgesinde yetişen ne kadar bitki varsa, yaşayan ne kadar canlı varsa hepsi orada. Arkeoloji, tarih iç içe sunulmuş. En son günümüzde Kherson’da üretilen tekstil ürünleriyle kapattık. Müzenin her yerinde fotoğraf çekmek mümkün, sadece bir odada fotoğraf çekmek yasaktı. Sanırım güncel silahlar olduğu için bu yasak. En çok yer kaplayan bölümü ise, ikinci dünya savaşına ayrılan bölümdü.
Müze gezisini bitirip otele döndükten yaklaşık yarım saat sonra arkadaşımız Slavik arabasıyla bizi alarak kalacağımız diğer otele gitmek için yola çıktık.