Sipariş verilen her konuda, her an, her oranda (kaç vuruş yapacağı bile belli) yazı üretmeye amade bir yazı zanaatkarları ordusu sığırcık sürüsü gibi ortalığı kaplamışken...
‘Ne iş yaparsın abi?’
Çarşıda, pazarda, orada burada bir vesileyle, bize mahsus ‘Memleket nire?’ sualinden sonra gelmesi kaçınılmaz olan ‘Ne iş yaparsın abi?’ sorusu karşısında hep bir afallama yaşarım. Üzerime yarı alıklık çöker ve az sayılmayacak bir bocalama evresinden sonra bir şeyler gevelerim. Yapmakta olduğum birkaç iş arasından gönül koyduğum, kendimi bulduğum, umuda durduğum, eski(meyen) ifadesiyle müellif diye bellediğim ‘yazarlık’ı nedense bir türlü söyleyemem. Söyleyemem, çünkü, ‘yazarlık’ ve ‘iş’ kelimeleri benim zihnimde ve kalbimde yan yana durmaz. Yazarlığın bir iş kolu olarak zikredilmesine razı gelemem… ‘Tavşan dağa küsmüş de dağın haberi olmamış’ darb-ı meselinin söylediğince ben istediğim kadar yazmak fiilini ve yazarlık ameliyesini kutsal tahtından indirmeyeyim, istediğim kadar onu iş hayatının ayaklarının dibine bir paçavra gibi fırlatmaya razı olmayayım, olan olmuştur bir kere efendiler…
Yazmanın bir san’at, yazarın da bir san’atkar olduğu zamanları geçtik. Yanlış anlamadınız, zira yazarlık şimdilerde kasaplık, badanacılık, borsada brokerlik, pazarlama uzmanlığı, kumarhane işletmeciliği, avukatlık neyse o neviden profesyonel bir ‘iş koluna’, yani bir tür ‘mekanik zanaat’a dönüşmüştür. Pek tabii ki siz sevgili zeki okurlarım, bu fakirin san’at ve zanaat ayrımına vakıf olduğunu ve hatta zanaat’ı dahi ‘organik’ (nesneye ruh üfleme tarzında incelikli) ve ‘mekanik’ (belirli standart kalıplar içinde tek tip seri üretim yapmaya dayalı) olmak üzere iki kısımda ele aldığını anlamış bulundunuz. Değil mi ya, çok değil bundan 15 bilemedin 20 yıl önceki, senin kendine özgü vücudunun kıvrımlarına uyan, sözgelimi sağ omzun diğerine nazaran biraz düşükse ceketin kalıbını ona göre ayarlayan, kallavi bir göbeğin varsa ona göre kumaşın enini geniş tutan Altın Makas Terzi Mehmet Efendi’nin ‘zanaatı’yla, patronları tek tek insanları değil rakamsal bir ortalamayı esas alarak belirlenip seri üretim yapan teknoloji harikası mekanik ‘zanaat’ aynı olmayacaktır elbet. Benzer durum diğer pek çok iş kolu için de geçerlidir. Sanatın ve zanaatın tarih içindeki evriminden, teknolojiyle ilişkisinden, insan ruhunun eşyaya (ve tam tersi) yansımasından detaylıca bahsetmek emelinde değilim…
Yazar ne yazar…
Demem o ki, ‘yazmak’ eylemi bu son yüzyılda tıpkı Türkçe’deki ‘yapmak’ fiili gibi önlenemeyen bir yükseliş göstermiştir. Nasıl günlük kullanımda ‘masa yapmak’, ‘sohbet yapmak’, ‘olay yapmak’, ‘aşk yapmak’, ‘trip yapmak’ gibi mebzul miktarda yapmak’tan bahsediyorsak, reklam yazmaktan yemek tarifi yazmaya, köşe yazmaktan kitap tanıtımı yazmaya, sinema eleştirisi yazmaktan ‘futbol tefsirleri’ yazmaya, öykü yazmaktan magazin yazmaya, deneme yazmaktan makale yazmaya, mekan yazmaktan nesne yazmaya, teknoloji haberi yazmaktan moda ritüelleri yazmaya, internet denen mahşer-i acayipten kes-kopyala-yapıştır tekniğiyle indir’erek (ki bu cürme bu fakir de dahildir) anonim şeyler yazmaya kadar çok geniş bir yazma çeşitliliğinden ve saymakla bitmeyen bir yazar çeşidinden bahsediyoruz. Kitap fuarında, yazdığı yemek kitabını imzalayan hamarat hanım da, haftalık magazin dergisinde kıçıkırık dedikodular yazan geçkin herif de, uğrunda kafa eskittiği düşüncelerini yazan mahzun müellif de mikrofonlardan ‘yazar’ olarak anons edilmektedir… Topunun birden boynuna ‘yazar’ serlevhası asılıvermektedir.
Farklar arasındaki vadiyi doldurmanın, şapla şekeri aynı tezgahta sunmanın, hele nüansları hunharca katledip insan ruhunu düzlemenin bu çağın bir özelliği olduğunu biliyoruz… Yani, mesela, müellif ve muharrir arasındaki farkı bu yüzden bilmiyoruz. Muharrir ve müellif’i tek bir kelime ile karşılıyoruz: Yazar. Fakat sadece lügate bakmak bile farkın ayırdına varmaya yeter. Muharrir; yazı yazan, katip, yazar, bir konuyu yazı ile anlatan gibi anlamlara gelirken,
Müellif; ülfet ettiren (yani alıştıran, kaynaştıran, dostluk kurduran) eşya ile insan ruhunu buluşturan ve birbirine tanıdık kılan, imtizaç ettiren (birbirine katıp birleştiren) gibi derin anlamlara işaret etmektedir… Yani bugünün çaya çorbaya limon niyetine eli kalem ya da klavye tutan herkese bahşedilen yazar unvanı ve yazı yazma işi olsa olsa (tam anlamıyla kesinlikle örtüşmese bile) muharrir’e denk düşer. Müellif ise bir başka yana düşer kanımca. Müellif, varlığın nakşını ruhuna yansıtıp eşyanın dilini kalbinin diline tercüme ederek dost kılan kişidir. Yazmak onun için bir varoluş biçimidir. Bir duruş tayinidir… Gökyüzünü yansıtan bir aynanın yüzünde akseden ışıklardır onda yazmak… Kendi tefekkürünün imbiğinden süzdüğü hakikati halkların yardımına koşturmaktır onun için yazmak… Yangınla suyu buluşturmak. Dünya ile ahireti kavuşturmak, aralarındaki mesafeyi kapatıp birbiriyle içli dışlı kılmak. Bir şey üzerine yazmamak, bir şey yazmak.
Müellif, muharrir, yazar, yazı zanaatkarı… Bunlar birbirinden derin ve ince farklarla ayrılmalı anlayacağınız. Kendisine sipariş verilen her konuda, her an, her oranda (kaç vuruş yapacağı bile belli olarak) yazı üretmeye amade bir yazı zanaatkarları ordusu sığırcık sürüsü gibi ortalığı kaplamışken yazar susmakta, muharrir küsmekte, müellif ufkun ötelerine hicret etmektedir, vesselam…
- Ne iş yaparsın abi!
- Ne iş olsa yaZarım abi! Budur…