- Bilgi Agi | Turkiye nin Interaktif Kose Yazari Gazetesi ve Yazar Portali - https://www.bilgiagi.net -

Mal ve Marjinallik Üzerine

Belki benim sorunumdur. Belki başka ruhlarda farklı gösteriyordur kendini. Avrupa’nın gavur memleketlerini dolaşırken fark ettim ki, kendi memleketimde, tarifini kendime mümkün kılamadığım bir ruhsal baskı vardı üzerimde; taaaaa, 1976’lara uzanan. Hâlbuki her şeyimiz vardı bu memlekette ecnebi memleketleriyle kıyaslarsak: Yediğin önünde yemediğin ardında; seni koruyup kollayan, işsiz kaldığında bir eli üzerinde genişçe bir aile; kapısını çaldığında bir içim su ve bir lokma verecek konu-komşun, köylün… Yeter ki devlet ve devletlûlarla ters düşmeyesin…

Avrupalı 18 ve özellikle 19 yy. da atalarının verdiği toplumcu demokrasinin nimetlerinden, bugün gündelik yaşamlarında bireysel ve sivil toplum kuruluşları faaliyetlerindeki özgürlükler ve sosyal güvence hizmetleri olarak, kalan dünya halkları ile kıyaslandığında kat be kat üstün yaşıyorlar. Biliyorsunuz, sanayileşme ve kapitalist ilişkilerin yarattığı serbest piyasa, serbest “özgür birey” yeni tür toplumun motoru idi. “Allah adamı açlıkla terbiye etmesin..” derler bizim oralarda; özgürlük iyi, güzel de ömrü acıkıncaya kadar… Şehre geldiğinde yani topraktan koptuğunda iş lazım aş için. Ve devreye bizdeki deyişle “pazarlık sünnettir” babından, serbest piyasa koşulları içinde (güçlü) sermaye ile (zayıf) emek ücret pazarlığında anlaşarak (!) günde 12-14 saat çalışma süresi ile anlaşmaya varıyorlar. Yani bizdeki ağa-maraba, patron-işçi ilişkisi… Aç adamın ne kadar pazarlık gücü olabilir ki, kaldı ki, arkandan senin kabul etmeyeceğin işe talip yığınlar varken.

Neyse işçiler, ezildikçe düşünmeye ve örgütlenmeye de başlıyordu. Eziliyordu çünkü o günün bireyi kendisiyle baş başa bırakan, işçi örgütlenmelerini ve örgütlü talepleri “ayaklanma ve darbe” olarak yeni kapitalist üretim sisteminin sahibi mali ve sanayi burjuvazisi, sanayi devriminin yarattığı artı değeri ve sömürgelerden gelen “elkoyma değeri”ni toplumun diğer kesimleriyle paylaşmak istemiyordu. Yani aslında, sömürü, ulus-devlet içinde sınıfsal, dünyada emperyalist olarak tüm ihtişamı (aslında hışmıyla) devam ediyordu.

Derken 19 yy da, Avrupa’da sömürüye uğrayan sınıflar düşünmeye başlıyor, küçük burjuva filozofların öncülüğünde. (Ardından 20 yy da sömürgeler uyanmaya başlayacak devşirme filozofların öncülüğünde.) Napolyon savaşları sonrası 1830’lar boyunca süren işçi ayaklanmaları, ardından 1848 de tüm Avrupa’yı saran ayaklanmalar, keza 1870 de Fransa’nın Avrupa’nın yeni yükselen gücü Prusya’ya (Almanya) yenilmesiyle Paris’te kurulan ve 3 ay ömrü olan Paris Komünü (işçi devrimi) deneyimi tüm kapitalist ülkelerde yönetimlerin işçi sorunlarına eğilmelerine neden olmuştur. Keza Avrupa’dan uzak ABD’de bile 1 Mayıs 1886’da günde 12 saat ve haftada 6 günlük çalışmaya karşı günde 8 saatlik çalışma hakkı için eylemler yapıyorlardı. Tüm bunların sonucunda sosyal güvenlik yasalara girmeye başladı. Bunların derli toplu en önemlilerini de Prusya’nın ünlü başbakanı Bismarck yapmış, çalışma yaşamını düzenlemiş, sosyal güvenlik sistemini uygulamaya koymuştur (1881).

Başa dönersek, bugünün Avrupalısı atalarının ödediği mücadelenin semeresini bugün doyasıya yaşıyorlar. Ve bu yaşam tarzı sadece yerli Avrupalı bireylerde değil sömürgeler dönemi bakiyesi diğer vatandaşlarında da(Afrikalı ve Asyalı), bir özgüven ve vücut dili olarak göze batıyor. Bizdeki gönüllülük (vicdan) esasına dayalı konu-komşu, hemşeri ve aile dayanışması onlarda, kurumsal kamu kuruluşlarınca ve yasa güvencesi ile yerine getiriliyor. Dolayısıyla sıradan vatandaşta bile “biat ve sadaka” algısı yerine “hak ve talep” algısı yerleşmiş.

Bizim atalarımız böyle bir mücadele vermediğinden, verilecek bir şey varsa devlet ve devletlûlar verdiğinden, “lütuf ekonomisinin” hep boynumuz bükük bireyleri olmuşuz. Diklenememişiz yıllar boyu, diklendikçe tepemize binmişler, dünyanın medeni ülkelerinden medet ummuşuz; konjonktürü(!) örtüştürememişiz bir türlü. Diklendiğimizde uğradığımız fiili vandalizm, boyun eğdiğimizde de psikolojik vandalizm olarak devam etmiş. İşte benim yıllardır aşamadığım, orta halli bir vatandaş olarak sürekli maruz kaldığım vandalizm ve “.. Yaşam tarzınıza karışmış da ne yapmışlar?” veya “Ne istiyorsun da özgürce yapamıyorsun?” vs. gibisinden sorulara da bu nedenle bir cevap bulamıyorum. Ama gel gör ki yaşam tarzıma, düşüncelerime, özgürlüklerime, mutluluğu arama hakkıma saldırının (vandalizmin) olmadığı gün yok gibi geliyor bana.

Bizim oralarda kıyamet kopsa farkında olmayanlar için “… Ula mal mısın sen?” derler (mal büyük baş evciller için kullanılan genel bir addır D.karadeniz’de) . Galiba ortalık yerde dolanmak zamanı geçiyor; iki seçenek kalıyor: Ya mal olacağız yada marjinal…  24.07.2013