- Bilgi Agi | Turkiye nin Interaktif Kose Yazari Gazetesi ve Yazar Portali - https://www.bilgiagi.net -

Kar

İstanbul’a gelmeye karar verdiğimde yıllar önce bu şehrin aşkıyla yanıp tutuşan arkadaşlarıma; “abartmayın ya hu şehir işte!” tepkisini verdiğimi ve ben asla orada yapamam. Hem çok kalabalık hem çok büyük bir şehir. Hakeza trafik çilesi başlı başına bir dert. En fazla bir hafta gezmek için gidilir. Yaşanmaz! Derdim. Büyük lokma yemedim ama büyük konuşmuşum. Gel gör ki çok değil bir yıl önce bu şehrin ateşi yüreğime değdi. Beynimin en canlı yerinde, tahayyülümün baş köşesine geldi oturdu. Buraya gelirken; nice şairlerimize ilham olan İstanbul’un her semtini gezip görmeli ve şair gözüyle bakabilmeliydim. Tahayyülümdeki şehir: İstanbul. Ne Fikret’in “sis” şiiri kadar karanlık;

Ey parlaklığın ve ihtişamın beşiği ve mezarı olan,
Doğu’nun öteden beri imrenilen eski kraliçesi;
Ey kanlı sevişmeleri titremeden, tiksinmeden
Sefalete susamış bağrında yaşatan.

Ne de Yahya Kemal’in “Aziz İstanbul” şiirinde olduğu gibi âşıkaneydi.

Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul
Görmediğim gezmediğim, sevmediğim hiçbir yer.
Ömrüm Oldukça gönül tahtına keyfince kurul:
Sade bir semtini sevmek bile bir ömre değer.

Abartısız sade bir sevgiyle bu şehrin toprağına yüz sürmeye başlayınca anladım ki; bu şehrin insanı kendisine çeken bir büyüsü var. Hayatın ta kendisi, hayatın tam ortası. Hem varlığı hem yokluğu kucaklıyor bu şehir. Her hafta sonu boğaziçi köprüsünden geçerken, biraz daha seyredeyim diye başımı bir sağa bir sola çevirmekten ağrısını çok sonra hissettiğim bir ağrıyla cebelleşiyorum. Yolum Kadıköy’e gidiyor. Olmazsa olmazım közde kahvemi içtikten sonra sahaflar çarşısına gidiyorum. Kitaplar konusunda çok fazla seçici olmaya başladığımdan, sadece bakmakla yetinip çıkıyorum. Rıhtım. Boğaz Haydar paşa Garı derken vapura binip karşıya geçiyorum martılar eşliğinde. Bile bile uzatıyorum yolumu şu müz’iç teessürâtımla.

Eskiyi, çok eskiyi hayal ettim bir an. Belki iki yüz belki üç yüz yıl öncesini. Muhal farz ama tekrar dönsek o yıllara. Koca payitaht İstanbul’dan hükmetse  dünyaya ve ben Osmanlı şairlerimiz gibi allâme olsam. Öyle yetişsem. Öyle görsem. Öyle âşık olsam. Âkif’in  neden;…gül devrini bilseydim onun bülbülü olurdum / ya Râb beni evvel getireydin ne olurdu...dediğini şimdi daha iyi anlıyorum. Lakin ben şâir-i maderzat değilim, ne Fuzulî gibi görmeden aşık olabilirim ne de Nedim gibi kaleme gelebilirim.

Bu şehir stanbul ki misl ü Bahadır

Bir sengine yekpare Acem mülkü fedadır.

Şimdi evimdeyim. Dışarıda hafiften kar başladı. Bir kaç saate kalmaz bembeyaz olur İstanbul. Geçen yıl bu zamanlar şehre ayak bastığımda da tıpkı böyle karlar altında kalmış bir İstanbul silüeti karşılamıştı beni. Gökyüzü kıpkırmızı. Müezza beyaz minderin üzerinde bir gözü açık uyuyor. Dışarıyı seyrediyorum. Orhan Pamuk’un Kar romanındaki o muazzam kar tasvirleri gelip geçiyor beynimin en canlı yerinden. Bir romanın imkansızlığında kaybolmayalı hayli zaman olmuştu halbuki. O imkansızlık çerçevesinde bakıyorum beyaza. Her ne kadar imkan veremesem de umuduma beyazın içinde siyah ben; umutlu oluşumu seviyorum.

Hemen elimin altında salep var. Uzanıp bir yudum alıyorum, içim ısınıyor. Perdeyi duvara doğru sonuna dek çekiyorum. Kar tüm gücüyle yağlamaya devam ediyor. Evin çatıları bembeyaz. Gönlüm yine ikili deliliklerde. Bu ikilemler öyle işlemiş ki yüreğime, kurduğum her cümle anlamsız çıkıyor içinden. Yüreğim böylesine karışıkken cümlelerimin düzgün ve mantıklı olması nâmümkün. En iyisi teslim olmak, her şeyimle. Tebessüm ediyorum. Kara en çok menekşe yakışır, mor olanından. Neden bilmiyorum ama kar bana hep Allah’ı hatırlatır.