content

31 Ağu

Ilk Basamak

İstanbul!. Senden yemeye çalışanlara karşı çok katısın. Fazla değil,
ekmek parası kadar bile pay vermiyorsun. Sen insanı yiyorsun. Ayın
on beşi.. Bir buçuk aydır yaklaşık iki milyona yakın para geçmiş elime.
Ev kirası, elektrik, su, yol parası, hadi bunları anladık ama biraz da yiyecek
parası kalsa bari. Kalan çar-çur olup gitti. Yarı aç yarı tok yaşadım.
Üstelik daha borçlarım var ödenmedik.. Gene işsizim..
İşsiz kaldığım dönemlerde kitap satmayı akıl etmesem, boğaz köprüsüne
çıkardım herhalde. Neyse.. şu ithal muz kolileri de az işe yaramıyor değil
hani! Kitapları koliye doldurdum. Omzumun üzerine yerleştirdim. Biraz
başımdan destek, bir el alttan, bir el yandan. Koliyi ve kendimi düşür-
meden, birkaç molayla geldim balık pazarına. Biraz sağa sola yalpalayarak,
“Ööz kooşş..” diye bağırdım.

Öztürk koliyi elimden aldı. Büyük bir teneke levha ile aynı büyüklükte
bir karton getirdi. Kartonu park etmiş arabanın üzerine koydum. Öztürk
iki tane kola kasası getirdi. Kasaları yola koyup, üzerine teneke levhayı
yerleştirdim. Karton.. Karton.. Eyvah karton!. Park etmiş araba yerinden
kalkmış gidiyor. Bunlar gelip tezgahın önünü kapatır, sen görmeden
içindeki kaybolur. Gelince kızacağını düşünür, zaman geçtikçe küfürleri
biriktirirsin. Ama bir bakarsın ki araba yok olmuştur. “Boş yere arabaları
olmuyor ki, senden daha kurnaz, daha akıllılar” diye düşünür, içini çekersin.
Neyse ki araba karşıya park etti. Başka bir arabaya yer açmış meğer.
Sanki bütün bu arabalılar birbirlerini tanıyorlar. Bizden başka bir frekansta
yaşıyor gibiler. Biz onları göremiyoruz, onlarsa bizi görüyor, ne tür tavır
takınacağımızı bile bildiklerinden hiç muhatap olmuyorlar. Yoksa şu
kartonumu seyahate çıkaran adam,
“kimin bu? Alsanıza arabanın üzerinden.” deme zahmetini
göstermez miydi? Sınıf, sınıf diyorlar, bence en belirgin sınıflar,
1- Arabalılar
2- Arabasızlar
Kartonu teneke levhanın üzerine yerleştirdim. Kitapları da dizdim mi
tezgah kuruldu demektir.
“Ben kitapları çıkarayım sen diz” diyor Öztürk.
Kitapları çıkardıktan sonra bir sandalye getiriyor.
“Sandalyeyi sildim, biraz kurusun ondan sonra otur.”
“Kabanın da çok güzelmiş Öz..”
“Beğendiysen senin olsun.”
“Sana serseri diyorlar öz, bence sen vermek hastalığına yakalanmış,
bir verme budalasısın.”
Öztürk günde en az elli-yüz kere tekrarladığı sözü söylüyor,
“Ölüm var.. ölüm ölüm.”
“Hatırlatmasan olmaz sanki!.”
"Hatırlamak hatırlamamaktan iyidir. Ölüm var."
Hayatta kaybedecek hiçbir şeyi kalmadığı gibi günlerini bir tür eziyet
olarak yaşayan insanların sık sık ölümü hatırlamalarının bir tür teselli yerine
geçtiğini onların arasında yaşarken öğrendiğimden, fazla üstüne gitmeyip
sustum.

Kitapları dizip henüz oturmuştum ki, iki pırpırlı komiserin elleri arkasında
sağ taraftan geldiğini gördüm. Her günkü gibi çorapçılara, Selim ağabeye,
bana umursamaz gözükerek bakıyor.
“Ya bu adam niye bişey söylemedi Selim abi?!”
Selim Ağabey, bir Öztürk’e bir Turgay’a baktı,
“Ne yapsın? Bu adamlara bir şey söylenir mi? Onları görünce bir de başını
çevirdi adam, görmedin mi?"
Kim verdiyse, üstünden düşen bir kaban giymiş Öztürk.
Kirli ama daha önceden giyindiği yırtık, perişan hırkadan daha iyi. Pantolonu
yer yer lekelerle dolu. Belinde kemer yok. İkide bir yukarı doğru çekiştiriyor.
Giysileri kim olduğunun etiketi gibi. Etikette, “ben bir sokak serserisiyim”
yazısı. Elleri ve suratı soğuk karası.
Turgay’ın üstü başı nispeten daha derli toplu ama yüzü falçata izleriyle
dolu. Yüzüne bakanın okuduğu, “ben bir belayım” yazısı.
Yarım saat sonra aşağıdan çok sayıda belediyeci akına geçti.
Tezgahı öylece bırakıp, kahveye kaçtım. Zabıtayla yüz yüze
gelecek kadar yırtık değilim henüz. Geri döndüğümde tezgah

yerinde yok. Alıp arkadaki giyim mağazasının önüne koymuşlar.
Selim ağabey dır dır söyleniyor:
“Neredesin? Adamlardan söz işittim senin yüzünden. Senin tezgahının
bekçisi miyim ben?!” vb.. vb..
Hemen hemen her gün bu oyunu hem seyredip hem oynuyoruz.
Önce komiser geçiyor, tespit için. Sonra zabıta sürüsü… Çorapçılar dört
tarafından iple bağlı naylon üzerindeki tezgahlarını sürüyerek kilisenin
arkasına kaçıyorlar. Bizim tezgahlar kaçırılmaz cinsten olduğu için Allah’a
emanet.. Biraz bekleyiş.. Sonra tekrar yola. Neyse.. bu gün birden fazla
geçmediler.
“Size serseri diyorlar Selim abi.”
“Desinler..”
“Herkes mühendis doktorla, paralı pullu adamla arkadaşlık etmeye çalışır,
sen serserilerle arkadaşlık ediyorsun diyorlar bana.”
“Desinler.. hem o dediklerin fırsatçı olur be hatçecik.. bizden bir zarar
gördün mü şimdiye kadar?”
“Siz neden fırsatçı değilsiniz?”
Selim Ağabey başını sağa sola sallayarak gülümsedi ve,
“Çünkü biz salağız. Fırsatın ne olduğunu bile bilmeyiz ki geldiğinde
kaçırmayalım.” dedi, güldüm.
“Hatçe bak adaşın geçiyor” diye bağırdı Öztürk. Elinde her zamanki
torbalarıyla Beşiktaş’ın yeni kadın delisi.
“Bu torbalarla çöp mü taşıyor bu? Ne yapıyor?”
“O ne yaptığını biliyor mu ki, biz bilelim?”
Bu insanları seviyorum. Bana yeniden gülmeyi öğrettiler.
Selim ağabey karşı kaldırımda, bağırıyorum:
“Görmedim!.”
“Neyi görmedin? Göstereyim mi?!”
“Terbiyesiz!. Zarar görmedim.”
“Sen daha orda mısın yahu?! Üsküdar’da akşam oldu akşam.. Acıktık be..
Ne yiyeceğiz bugün?”
Yemeği genellikle ısmarlıyorlar. “Ne yiyeceğiz bugün” sözlerinin arkasında
“canın ne istiyor?” sorusunun yattığını seziyor, duygulanıyorum. Gözlerim
doluyor, gargaraya getiriyorum. “Tanesi beşyüüzz, tanesi beşyüüzz..
Selim Ağabey:
“Hangisi beşyüz?”
“Şu teksas tommiksler..”
“Ben de Öztürk beşyüze sanmıştım.”
“Öz bak ne diyor?”
“Kıskanıyor. Kendisine beş para bile vermezler çünkü.”
“Hah ha.. görmedin mi şu kadın bana nasıl baktı?”
“Dileniyorsun sandı da ondan Para versem mi vermesem mi diye düşündü.”
Selim Ağabey gene:
“Hatçe ne yiyoruz bugün dedik!? Anırmadık.”
Ben gene:
“Tanesi beşyüz, beşyüz..”
“Hangisi beşyüz,?”
“Şu Teksas Tommiksler.”
“Ben de kitaplar sanmıştım.”
“Olur mu abi?! Şu Madam Bovari kitapçıda otuzbin..”
“O kadar da değil..”
“İnanmıyorsan gir sor abi.”
“Sende kaç para?”
“Yarı yarıya abi.. fiyatlar yarı yarıya. Hem bak.. hiç yıpranmamış. Bak şu
Şolohov’un kapağı bile açılmamış.”
“Hadi oradan!”
Gerçekten de gösterdiğim kitabı satın aldıktan sonra, okumak kısmet
olmamış, kapağını bile açmadan satışa çıkarmak zorunda kalmıştım. İkna
edemedim.. inanmadı gitti.
Neyse ki Öztürk elinde dönerli yarım ekmekle çıkageldi.
“Kim verdi bunun parasını?”
Hocaya, Ali babaya, Selim ağabeye, Öztürk’e, Turgay’a, Oyuncakçı Halil’e
ayrı ayrı bakıyorum. Sorumu duymazdan gelip hiç bakmıyorlar bile..
"Sanki eşek anırdı?" diyorum, hiç birinde çıt yok.
Karnım da acıkmış hani!. Israrın boş olduğunu biliyorum. Akşamı ettik.
İki kitap, dört beş tane Zagor Teksas falan. Çorba parası çıktı ya, yarına
Allah kerim.. Toplasam artık diye düşünüyordum ki,
“Kaç lira?”
Uzun boylu, kirlice iyi giyimli, yüzü tiklerle seyiren otuzbeş kırk yaşlarında
bir adam. Gösterdiği zagor.
“Beşyüz lira.”
“Beşbin lira mı?”
Delimi ne?! Bir kadın da bir çocuk dergisini inceliyor bu arada. İyi alıcıya
benziyor. Adama bakıyorum.. kaşı gözü oynuyor. Ayakları üzerinde ileri geri,
sağa sola yaylanıyor.
A-a!.. bu adam gerçekten deli. Kaçırmayıp fırsatı, “Bin lira” diyorum.
Kendime de şaşıyorum. Kurnaz olmayı öğreniyor muyum ne?
Zagor’u alıyor. On bin lira veriyor. Çekip gitmesini bekliyorum.
O kadar da deli değil. Paranın üstünü bekliyor, dokuz bin lirayı elime
hazırladığım halde, sekiz bin lira veriyorum. Parayı saymadan cebine
indirince, “Keşke beşbin lira deseydim” diye hayıflanıyorum. Yaptığım
sahtekarlığa şahit olan kadın, elindeki dergiyi tezgaha, kötü bakışlarını da
suratıma fırlatıp gidiyor. Boş ver dercesine omuz silkip karşı kaldırıma
koştum.
“Selim abi, selim abi yaşım otuziki, hayatımın ilk kazığını attım.. nihayet..”
“Kime?”
“Şu giden adam var ya.. nefti yeşil kabanlı..”
“Hah hah.. O kafadan tırtlak.”
Anladım.. onun için kolay oldu ya!”
“O adam kim biliyor musun?”
“Nerden bileyim delinin biri!”
“O adam fizik profesörü.. Amerika’da da kürsüsü varmış. Yazık fizik fizik
diye diye kafayı tırtlatmış.”
“Acaba neden fizik mi?”
Selim Ağabey başını yana eğdi ve o hersamanki bilge tavrıyla,
“Değildir tabi Hatçecik..değildir. Şunu sakın unutma! Yeryüzünde bir deliler
vardır, bir de delirtenler. Sen sen ol, delilerden değil, ama delirtenlerden
hep kaç.”
Aykırı bir gün olmuştu benim için. Haksız kazanç merdivenini tırmananların
ilk basamaklara ne tür tesadüflerle adım attıklarını öğrendiğim bir gün.
Kitaplarımı topladım.
Eve doğru yürürken karman çormanım... İçimde; attığım ilk kazığın beni
enayiler sınıfından bir üst sınıfa yükseltmesinin yarattığı gurur, nerede
olduğunu tam olarak kestiremediğim bir yerimde, eksilen bir şeylerin yerini
dolduran, kirli bir hüzün ve ilk kazığı bir profa atmanın doğurduğu
buruk kıvanç…
M.Ş.

1991

Etiketler :

Bu Yazıyı Yazdır Bu Yazıyı Yazdır

Yorumlar Kapatıldı.



2007-2012 Bilgi Agi / Turkiye nin Interaktif Kose Yazari Gazetesi

Designed By Online Groups
ÇÖZÜM ORTAKLARIMIZ

bizajans, kent akademisi, sunubank