content Güney Marmara Yaşam Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni
24 Mar

Hayat Adil Davranıyor Mu?

Hayatın herkese adil davrandığına inanır mısınız? Tabii ki hayır!..
Hayatın adil davranmadığı bir ortamda, hayatın içerisinde yer alan insanların birbirine adil davranmasını beklemek de ne kadar doğrudur acaba?
Bu savdan hareket ederek, insanların adalet dağıttığı bir ortamda ise adaletin adil olmasını beklemek ise ne kadar gerçekçi bir yaklaşım olabilir?
Bu nedenle, hiç kimse kusura bakmasın, ama eğer bu ülkede düşünce özgürlüğü varsa, bu düşüncenin ifadeye dönüşüp, ifade etme özgürlüğü de bulunuyorsa ben ifademi şu şekilde kullanmak istiyorum; Adalet de adil davranmıyor!..
Evet, herkesin adil bir beklenti içerisinde olduğu adaletin, adalet dağıtırken çok fazla adil olduğuna inananlardan değilim. Bu düşüncem, adalete olan güvenimin de sarsılmasına yol açıyor ne yazık ki…
Bu görüşümü, bu yaşıma kadar gerek mesleki açıdan 34 yıl öncesinden takip ettiğim kimi davaların sonuçlarından, yine kimi adaletin kılıcının yanlış yere inmesinden dolayı mağdur olup, daha sonra "aaa yanlışlık yapmışız, pardon" denilmesinden, en sonunda da bizzat içinde yaşadığım kendi davalarımdan edindiğim tecrübelere dayanarak iddia ediyorum.

Öte yandan, adalet mekanizması içerisinde yer alan insanların da içinde bulundukları sosyal, psikolojik ve ekonomik sorunlar nedeniyle, herkese eşit olarak dağıtmak zorunda kaldıkları adaleti, içinde bulundukları sıkıntılar gözönüne alındığında çok da sağlıklı bir şekilde dağıttığına inanamıyorum. İnanmak istiyorum, ama bu inancım duyduğum, gördüğüm ve yaşadığım somut olaylar nedeniyle inanamamaya dönüşüyor.

Yazımızın başında dedik ki, hayat herkese adil davranıyor mu?
Eğer öyle olsaydı, hepimiz aynı akıl ve zeka düzeyinde, aynı boyda, aynı kiloda, aynı renkte, aynı güzellikte, aynı mutlulukta, aynı zenginlikte, aynı sağlık düzeyinde olmaz mıydık?
Bu örnekleri onlarca, yüzlerce, binlerce kez çoğaltmak da mümkün.

Hiç öyle uzun uzun araştırmalara, uzaklara bakmaya da gerek yok!..
Hepimiz bu hayatın birer parçası olarak içerisinde bir yaşam sürüyoruz. Hemen yanımızdaki birileri ile kendimizi karşılaştıralım. Birbirimize benziyor muyuz? Aynı haklara, aynı değerlere, aynı imkanlara sahip miyiz? Kuşkusuz ki hayır.
Herkesin dertleri farklı farklı. Beklentileri de öyle, imkanları da...
Sonuçta, insan olarak etten, kemikten ve sinir-den teşekkül etmiş canlılarız. Hata yapma ile de donatılmış bir yapı içerisinde yer alıyoruz. Bu durumda, ben hata yaparım, sen yapmazsın diye bir kural koymak mümkün mü?
Ancak, sosyal yaşam içerisinde yer alan tüm insanların, onbinlerce yıllık geçmişten günümüze uzanan bu çok uzun süreç içerisinde akıl yolu ile geliştirdiği ortak yaşam felsefesinin, halen beklenilen düzeye ulaşamamasının en büyük nedeni de, bana göre başta hayatın, daha sonra da bizzat insanoğlunun adalet anlayışının gelişememesinden kaynaklandığını düşünüyorum.
Hangimiz, herhangi bir durum karşısında bakış açısı olarak öncelikle kendi yakınlarımızı koruyup kollama içgüdümüzü harekete geçirmiyoruz ki?
Bunu sağlıktan, adalete kadar uzanan çok geniş bir perspektifte buyrun değerlendirin bakalım.

Özellikle devlet dediğimiz devasa olgu, yine biz insanlardan oluşmuyor mu? Peki devletin bu durumda adil bir şekilde adalet dağıtmasını beklemek, ne kadar gerçekçi bir yaklaşım olabilir?
Tüm bunlara ek olarak kültürel bilincimizin de, çok gelişmiş olduğunu söylememiz de zor.
Okumayan, dinlemeyen, izlemeyen, gelişmeye çok fazla önem vermeyen bir toplum olarak da, öncelikle kendimize karşı, yükümlülüklerimizde, görevlerimizde adil olmayan bireyler olarak, adaletin eşit dağıtılmasını beklemek de çok doğru bir olay mıdır?
Hepimiz, oturup bunları enine boyuna düşünmek durumundayız.
Hem de ciddi ciddi.

Bakın son haftalarda, Türkiye'de yer yerinden oynuyor. Parti kapatma girişimlerinden tutun da, karşılığında toplum içerisinde önemli kariyerlere sahip insanların gözaltına alınmasına kadar uzanan bir takım gariplikler çelişkisi yaşıyoruz.
Suçun bireyselliğini bir kenara bırakıp, kurumları kapatmaya yönelik girişimlerde bulunuyoruz ve bunu destekleyen son derece önemli isimlerin, aynı görüşte olmamalarından dolayı bu girişimleri doğru buldukları yönündeki açıklamalarını da hayretle izliyoruz.

Daha sonra yaşanan gelişmelerde, “sen öyle yaparsan, ben de böyle karşılık veririm” dercesine bir takım isimlerin gözaltına alınmasını da yine kendimize göre korkunç bir yanlışlık olarak değerlendiriyoruz.
Basite indirgerseniz, mahallede oyun oynayan çocukların, kendi aralarında yaptıkları maçta çıkan sürtüşmelerinde, topu olan çocuğun "madem beni oynatmıyorsunuz, ben de topumu alır giderim" gibi çocukça bir yaklaşımdan ne kadar farkı var ki?
Düzey, hemen hemen aynı düzey işte!..
Adam gelmiş 83 yaşına. Türkiye'nin yaşayan en eski gazetecileri arasında. Yarım yüzyılı çoktan aşmış meslek hayatı boyunca ne badireler görmüş, ne olaylar yaşamış.
Bunların hiçbir değeri yok mu? Demek ki yokmuş!.. Yokmuş ki, sabahın 04.30'da evinden apar topar alınıp, karga tulumba sorguya götürülüyor.

Aynı, Hitler'in faşist Almanya'sında, Yahudilere uygulanan bir yöntemin benzeri bir şekilde.
Toplumda bir yaranın kanayacağı hiç düşünülmeden hem de.
Çağırsalar sanki gelmeyecek de, özel uçağına atlayıp kaçacakmış gibi!
Amma şöyle geriye biraz bakıyorsunuz, geçmişte yer altı dün-yasının önemli bir ismi-ne bir bakan tarafından telefonla "Seni tutuklayacaklar, ortadan kaybol" denilerek, haber verildiğini ve yurt dışına kaçtığını da belleğinizde hatırlıyorsunuz. Hatta, kimilerine bizzat devletin üst düzey bürokratlarının kırmızı pasaportlar vererek, sorgusuz sualsiz ve de vizesiz istediği ülkeye gitmesini sağlıyordu.

Hatta ve hatta, yine bir kentin emniyeti tarafından gözaltına alınan bir takım isimler, bir başka kentin emniyeti tarafından "olay bizim" denilerek, bakan talimatı ile serbest bırakılmalarının da yaşandığı bir ülkede, 83 yaşında kariyerli bir gazetecinin, kaçma girişimi olacağı düşüncesi ile yatağından çok da medeni olduğu kabul edilmeyecek bir şekilde kaldırılıp, apar topar sorguya getirilmesi, herhalde sadece bizim gibi ülkelerde görülebilecek abukluktan başka bir şey olamaz.
Bence daha da önemlisi, tüm bunlar yaşanılırken, adalet mekanizmasının aldığı yara, kapanamayacak boyutlara da ulaşıyor.
Toplumda, son gözaltıların, parti kapatma sürecine misilleme olarak yapıldığı kanısı yaygın bir şekilde hakim görüş olarak şekillenirken, birden aklımıza birkaç gün önce yine bu ülkenin en yüksek yargı organlarından birinin en tepe noktasındaki bir yetkilisinin açıklaması geliyor;
"Hiç kimse, hiçbir kurum yargıya müdahale edemez!..."

Yıllardan beri ve özellikle de son aylarda tartışılan bir başka konu da, demokrasi ile hukukun üstünlüğü olguları…
Hangisi ön planda gelmeli, hangisi hangisini tamamlamalı.
Kimine göre ikisi de birbirinin ayrılmaz bir parçası olurken, kimine göre demokrasinin olduğu yerde zaten hukukun üstünlüğü de söz konusudur, kimine göre ise tam tersi.
Bu perspektiflerden bakarak, şu 15 günde yaşadıklarımızı bir film şeridi gibi gözlerinizin önünden geçirin ve bir kez daha değerlendirin...
Hangisi hangisini tamamlıyor?
Ya da şöyle düşünmek çok yanlış mı olur acaba;
Her ikisinin de olmadığı ve olmasının da daha çok uzun süreler alacağı kavramları tartışmak, abesle iştigalden öte bir anlam taşır mı?
Ulkemizde her ikisinin de tam anlamıyla olduğu iddia edilebilinir mi?
Ne dersiniz?

Etiketler : , , ,

Bu Yazıyı Yazdır Bu Yazıyı Yazdır

Yorumlar Kapatıldı.



2007-2012 Bilgi Agi / Turkiye nin Interaktif Kose Yazari Gazetesi

Designed By Online Groups
ÇÖZÜM ORTAKLARIMIZ

bizajans, kent akademisi, sunubank