content

yazarportal-com-bilgiagi-net-tasviriefkar-com

08 Oca

Güven Bana, Yalan Söylüyorum!

Türkiye’de dergicilik sektörü senelerdir yerlerde sürünüyor, raflardaki dergiler içerik anlamında çok zayıf, çoğu artık tirajdan yana umudunu kaybetmiş, isim satmanın peşinde, reklam gelsin, dükkan kendini döndürsün yeter. Tamam, özellikle son zamanda popüler tarih alanında güzel işler çıkıyor, hem de her fikirden, her bakış açısından. (Kürt Tarihi diye bir dergi bile var...) Bilgisayar, bilişim alanında kaliteli, doyurucu ‘niş’ yayınlar var. Ama mesela kadın ve erkek dergileri birer balondan ibaret... Şişirilmiş, okuyana bir şey katmayan, klişelerle süslü, artık kendisiyle dalga geçirten yazılar; “Hayattan zevk almak istiyorsanız donsuz gezin.” , “Onu şaşırtmanın 50 yolu.” , “Kadınları nasıl peşinizden koşturursunuz?”...

Haber dergilerinin de durumu bundan aşağı kalır değil. Eskiden her hafta sektirmeden aldığım, her sayısını keyifle okuduğum ve arşive kaldırıp sakladığım iki dergi vardı, sonra üçe çıktılar : Tempo, Aktüel ve Haftalık. Şimdi Tempo üst tabakaya hitap eden bir yaşam tarzı dergisine döndü, Aktüel eski çizgisinden, doluluğundan çok şey kaybetti, klasik kapak-pazarlama numaralarının esiri oldu. Haftalık’ın sonu ise malum...

Üstelik piyasadaki dergilerin büyük kısmı çağı da yakalayamadı. Dünyanın en prestijli haber dergisi Newsweek bile tamamen dijital yayına geçerken, bizimkilerin bir çoğunun doğru düzgün işlev sunan bir internet sitesi, e-dergi formatı yok... Bayi fiyatları desen el yakıyor, her dergi neredeyse bir kitap parası. Onca parayı verdikten sonra da, kapağı açıp aralıksız 80 sayfa reklam çeviriyorsun ki, içindekiler sayfasına bari ulaşabilesin...

 Yani Türkiye’de dergi okuru olmak, büyük külfet ve sabır gerektirir oldu. Keşke rahmetli Ercan Arıklı sağ olsaydı da, dergi okusaydık. 

Tam da bu halet-i ruhiye içindeyken, bir tavsiye vesilesiyle GQ Dergisi ile tanıştım. Dünyada çok popüler olan derginin Türkiye’ye gelmesi nispeten yeni sayılır ama ben piyasadaki diğer erkek dergilerinin durumuna bakıp, daha en baştan GQ’ya da burun kıvırmıştım. Yanıldığımı geç farkettim. (Tek tek geçen ayların sayılarını da okuyup, hatamı telafi ettim.) Dolu dolu içerik, dolu dolu bilgi, üstelik eğlenceli bir dille yazılmış, kendini okutmayı biliyor. Ne işin kolayına kaçıp kadın modellerin fotoğraflarını üst üste burnumuza dayamışlar, ne erkek modellerle moda kataloğuna çevirmişler. Bonus : ilaç için bir tane futbol yazısı bile yok!  

Ben tabletten okumayı tercih ettim. iPad için özel bir uygulama hazırlamışlar. Her sayı için dergiyi neredeyse en baştan tasarlıyorlar, kağıda basılı içeriği, dijital dünyanın nimetleriyle zenginleştirip tekrar önünüze seriyorlar. Bayıldım, bu formatına yıllık abone oldum.

İşte o dergiler arasında gezinirken, iki dosya diğerlerinden daha çok ilgimi çekti.

Birincisi, ünlü dolandırıcı Sülün Osman’ın hayatını anlatan yazı. ‘Kariyerinin’ başından sonuna kadar mihenk taşlarıyla, renkli anılarla donatılmış. O yılların gazete kesikleriyle desteklenmiş.

Sülün Osman, saat kulesinin altında durur, giyim-kuşamından taşralı oldukları belli, suratlarından saflık akan vatandaşları gözlermiş. Biri kuleye bakıp saatini mi ayarladı, hemen yanında biter, ‘2.5 lira saat ayarlama parası’ tahsil edermiş.

Yine başlayacağım “Türkiye’de dergicilik bitti. Araştırmacı gazetecilik, aktüel haberciliği öldü.” ağıtlarına... Sülün Osman’ın numaraları 40-50 senelik, üstelik sağır sultan bile duydu. Buna rağmen bir uyanık gazeteci çıksa, iki kamera, çenesi kuvvetli cevval bir tiyatro oyuncusu; aynı numaraları tekrar yapsa... Hiç düşünmeden atlayanlar, Galata Köprüsü’nü, Kız Kulesi’ni satın almaya kalkanlar çıkar. O haber ödül almazsa, üniversitelerde tez konusu olmazsa ben de bu işten hiç anlamıyorum.

İkincisi ise biraz daha ‘mesleki’ ama bence çok daha ilginç...

Ryan Holiday’ın işi medya maniplasyonu. Daha doğrusu o kendisini “medya manipülatörü” olarak adlandırıyor. Görevi firma ya da kişilerin çıkarlarına uygun olarak medyada haberler yayınlatmak. Bunun için daha çok blogları ve internet medyasını kullanıyor. Önce ‘müşterinin’ isteğine uygun bir hikaye tasarlıyor, sonra bir okuyucu mektubu ya da isimsiz bir ihbar gibi, o hikayeye uygun bir kaç tüyoyu kendisine hedef seçtiği gazetecinin önüne seriyor. Muhabir ‘yemi yutup’ hikayenin peşinden giderse gerisi kolay... Bir blogta ya da haber sitesinde yayınlanan bir şeyin, büyük ve ‘saygın’ haber kuruluşlarında da yayınlanma şansı daha yüksek. Böylece sonunda Holiday’ın planı kusursuzca gerçekleşiyor ve Amerika’nın en ciddi gazeteleri, televizyon kanalları, tamamen kurgusal bir senaryoyu büyük bir ciddiyetle okuyucularına sunuyor.

Holiday “Trust Me : I’m Lying” isimli bir de kitap kaleme almış ve -bizim bilmemizi istediği kadarıyla- meslek sırlarından bahsetmiş. (Maalesef Türkçeye henüz çevrilmedi.) Kitapta anlattığı detaylardan biri; Amerika’daki haber sitelerinin içerik yarışı... The Huffington Post, Tech Crunch, Gawker, Jezebel, Politico gibi günlük milyonlarca hit alan sitelerin editörleri, girdikleri haberlerden ‘tıklanma başı’ para alıyor. Bu da bir yerden sonra editörleri, okurun ilgisini çekecek, farenin imlecini üzerine sürükletecek her türlü sansasyona muhtaç hale getiriyor.

Benzer bir durum, bizim medyamız için de geçerli. Tamam, en azından şimdilik (ve en azından bildiğimiz kadarıyla) tıklanma başı para alan muhabirler, editörler yok ama ‘ziyaretçi savaşı’ bizde de tüm şiddetiyle sürüyor. Üstelik şimdi bir kaç bin fazla ziyaretçi çekebilmek için insanı aptal yerine koyan, şiddete teşvik eden, seksizmi körükleyen haber sitelerimiz, ‘tıklanma başı para’ karşılığı şirazeyi nasıl büsbütün kaybederlerdi düşünmek istemiyorum.

Peki ya bizdeki maniplasyon durumu ne? Basın bültenlerini, otosansürü, ilan kaygısıyla görülmeyen haberleri, ‘yukarıdan’ gelen baskıları falan saymıyorum. Okuduğumuz, seyrettiğimiz haberlerin kaç tanesi gerçek, kaç tanesi ‘aslında’ bir senaryodan, plandan ibaret?

Bu konuda yapılmış ciddi bir çalışma yok. Ama böyle bir araştırma olsa, ben sonucun içler acısı çıkacağından eminim...  Öyle ki, ortaya konan rakamlar medyaya -zaten- olmayan güveni tamamen sıfırlar...

***
Hamiş :

Hafta boyunca gazelerde, haber sitelerinde rastlayıp not almıştım, yazmadan geçemiyorum.  TÜBİTAK tarafından, orduda kullanılmak üzere bir füze geliştirilmiş. Daha amiyane tabiriyle, uçaklardan atılan bir tür bomba... Ve bu füzenin ucuna, Atatürk’ün imzasını atmışlar. Amerikan askerleri Irak’ta, Afganistan’da çoluk-çocuğun, masum sivillerin üzerine attıkları bombaların üzerine İngilizce küfürler, mesajlar yazarlar ya... İnsanlıktan çıkmışlığın bu denli dışa vurulmuş haline özenip ithal etmek, üstelik Atatürk’ü karıştırmak... Bu Atatürkçüleri gördükçe, insan Atatürk’ten soğur!

Kaan Göktaş
twitter.com/kaangkts | facebook.com/kaangkts

Etiketler : , , , , ,

Bu Yazıyı Yazdır Bu Yazıyı Yazdır

Yorumlar Kapatıldı.



2007-2012 Bilgi Agi / Turkiye nin Interaktif Kose Yazari Gazetesi

Designed By Online Groups
ÇÖZÜM ORTAKLARIMIZ

bizajans, kent akademisi, sunubank