- Bilgi Agi | Turkiye nin Interaktif Kose Yazari Gazetesi ve Yazar Portali - https://www.bilgiagi.net -

Ana Sıcaklığı

Her şey Akkuş’a atanmakla başladı.

Yirmi yıldan fazla öğretmenlik yaptığım Ünye’den “idari rotasyon” diye bilinen kanunun çıkmasıyla Akkuş İMKB YİBO’ya atandım.

Akkuş Ünye’den yaklaşık 60 km uzaklıkta küçük ve sevimli bir ilçe idi. Meslekte otuz yılını doldurmuş biri olarak biraz alışık olunmayan bir durumdu. Öyle ya; bunca sene aynı ilçede kal ve sonra iklimi başka bir ilçeye atan.

Biz de gittik. Çocuklarımın okuduğu statüde okul olmadığı için ailece taşınmamıştım. Seneler önce ilk defa bir başıma nasıl gitmişsem öyle gittim.

Okulum, yatılı ilköğretim bölge okuluydu. Öğrenci sayısı 660 civarında ve özel alt sınıftan sekizinci sınıfa kadar öğrenciler vardı.

Göreve başlamadan önce çevreyi tanımam gerekiyordu. İdare odaları, sınıflar ve diğer birimlerin yerini öğrenmek bile zaman alacaktı. Üstelik tek başıma geldiğim için aklımın bir tarafında da ailem vardı. Herkes yabancı gibiydi… Çevre yabancıydı, mekân yabancıydı, öğretmenler yabancıydı, sınıflar yabancıydı.

İlk defa gördüğüm her şey ilginç geliyordu. Öğrenciler sıra halinde iken onların huzuruna çıktığımda karşıdan görünen “Argan” tepesi yabancıydı…

Bir salı günü göreve başlamıştım. Resmi işler yapılmış ve ben hafta sonunu bekliyordum. Benden önceki arkadaşlardan birisi görevi bana teslim edecekti. Mevsim sonbahar olmasına rağmen günler çok uzun geliyordu. Ben lojmandan okula, okuldan lojmana gidip gelecek kadar yolu öğrenmiştim. Bazı kişileri ikinci defa görüyor yavaş yavaş yabancılığım geçiyordu.

Aradan üç gün geçti. Okullarda olan basit hadiseler orada da oluyor arkadaşlar bir şekilde hallediyorlardı. İlk haftanın bitmesini dört gözle bekliyordum. Ünye’den sık sık aranıyor merak eden dostlar halimi soruyorlardı.

Evden de arıyorlardı…

İlk haftanın bitişinden sonra iki günlük tatilde bayağı düşündüm. Bu zamana kadar yaşadığım ortamdan çok farklı bir yerdi. Yüzlerce öğrenci eğitim görüyordu. Beslenmesi, barınması hep beraber oluyordu. O kadar öğrenci ana ve babasından ve dahi kardeşlerinden ve köylerinden ayrı yaşıyorlardı. Sabahları okulun verdikleriyle kahvaltı ediyor, öğle ve akşamda önlerine ne konursa onu yiyordu. Bu hususta tercih hakları yoktu. Üstelik çevreden “Hazır yemek, sıcak mekân, temiz sınıflar daha ne istiyorsun?” diye kinayeli bakışlar cabasıydı.

Kimse öğrencilerin ailelerinden uzak oluşları hususunda bir şey söylemiyordu. Bu durum farklıydı. Yüzlerce öğrenci sıra halinde okula, yemekhaneye, etütlere, derslere gidiyor topyekûn hareket ediyorlardı. Geceleri onları anneleri değil fedakâr öğretmenleri yatırıyordu.

Havalar gittikçe soğuyordu. Termometrede artı diye tabir edilen sıcaklık güneşli öğle vakitlerinde oluyor, gün batmadan eksi değerleri bulmaya başlıyordu. Bende evin hasretinin dışında yabancılık kalmamış gibiydi. Yavaş yavaş bütün yüzleri, önce sima olarak, sonra da yavaş yavaş isim olarak tanımaya başlamıştım.

İlk karşılaştığım hadise bir cep telefonu kaybıydı. Okulumuz öğretmenlerinde bir bayan öğretmen Zeki Ordu çözerse çözer yoksa müdürün haberi olursa iyi olamaz diye meselenin halli için adresi benden yana göstermişti. İki günü aşmadan ve kimsenin burnu kanamadan bu hadise tatlı bir şekilde halledildikten sonra; bana olan bakışlarda bazı farklılıklar olmuştu.

Akkuş kasım ayında genellikle karlı olurdu. Hatta öğretmenler gününde şehirde yapılacak olan törenlere gidememe ile karşı karşıya kalmıştık. Okulun önü bembeyaz ve akşamları buzlu oluyordu. Etrafta iki metreyi aşan kar yığınları; sıcaklık ise eksi derecelerde çift haneleri gösteriyordu.

Günlerden bir gündü. Hava biraz pusluydu. Okulda günün son ders saatine girilmişti. Öğrenciler için ders saati olarak gün bitmek üzereydi. Sonra kısa bir aranın ardından yemek, daha sonra da etüt için tekrar sınıflara gelinecekti. Ben de elim cebimde koridorda dolaşırken bir ağlama sesi duyuldu. Sesin duyulduğu odadan nöbetçi öğrenci çıktı ve bana doğru koştu. Sonra saygılı bir vaziyette “Sizi istiyorlar öğretmenim” dedi.

Belli ki yine bir şey olmuştu. Hem odama gidiyor hem düşünüyordum. İçeri girdiğimde birinci sınıf öğrencisi olduğu söylenilen bir kız “Karnım ağrıyor” diye ağlıyordu. Önce meselenin ne olup olmadığını sordum. Bana “Bu sabahtan beri ağlıyor, sonunda size getirdik. Hiç susmadı” dediler.

Karnım ağrıyor diye yeri göğü inleten Ayşegül isimli bir öğrenciydi. Ben sanki çözüm üretiyormuş gibi “Doktora götürelim” dedim. Bana “Biraz önce geldik doktordan, bir şeyi yokmuş” dediler. İçimden utandım. Hasta olmadığına da sevindim. Ayşegül hala “Karnım ağrıyor” diye ağlıyordu. Biraz konuştum onunla. Onu anlamaya çalıştım. Ona “Doktor bilememiştir” dedim. Çok ağrıyıp ağrımadığını sordum. Yanımdakilerin “Yalan söylüyor” demesini duymazdan geliyordum. Maksadım konuşturup asıl sebebi öğrenmekti. Sonunda bana güvenmiş olmalı ki gözlerimin içine bakarak “Ben annemi istiyorum” dedi.

“Annemi istiyorum!”

İşte karın ağrısına çare. İşte ilaç. İşte derman. İşte derdin sebebi. Ve işte derdin çaresi…

“Annemi istiyorum!”

Daha okul çağına gelir gelmez, daha annesinin kokusuna doyamadan, daha çevresindeki mekânlarda gezip tozmadan, daha, daha, daha…

“Annemi istiyorum!”

Ve o yaştaki bir çocuk, çocuklar… Geleceğimiz… Umudumuz… Yarınlarımız…

Annesiz, babasız, kardeşsiz, akrabasız…

Matematik, Fen Bilgisi, İngilizce….

Öğren!

“Anne…”

“Tamam” dedim gayri ihtiyari. “Yarın annene gideceksin.” Gözümün içine baktı. Taa içine baktı. Yaktı…

“Yollar mısın?” dedi.

“Yollarım” dedim…

Güldü… Hava sadece termometrede eksiyi gösteriyordu. Hava ısınmıştı. Dışarıda karlar buzlar üşütmüyordu. Dışarıdaki karlar buzlar fotoğraflardaki gibiydi.

Ayşegül gülüyordu. Herkes gülüyordu. Eşyalar gülüyordu. Çok şeyin dermanı olan “anne”nin adı bile yetmişti.

Doktor…

Reçete, ilaç, üç öğün, geçmezse gelin…

Yatılı okul…

Yat, kalk, ye, çalış…

Sınıf…

Ödev, matematik, fen bilgisi, müzik…

Anne…

Çok şey; derman, çare…

Ayşegül:

Yarınlar, gelecek, umut…

“Karnımın ağrısı geçti öğretmenim.”

Ey sadece sıcaklığı ölçen termometre: Ana sıcaklığı kaç derece?